Baskın’dan önce meseleyi biraz açmak gerek. Türkiye’de korku sineması yapma serüveninde daima taklitçi-özenici bir yan mevcuttur. 40’ların sonundan 2000’lerin başına kadar sinemalarda-ve 80’lerdeki video furyasında-gösterilen tüm filmler yapılmış ve beğenilmiş olanın eldeki imkânlarla bir replikasını çıkarmaktan ibarettir. Bu konuda en ileri giden, kopyalarken aynı zamanda yerelleştirmeyi deneyen ve bu yüzden de çoğu zaman komik duruma düşerek amacının dışına çıkan film büyük sinemacı Metin Erksan’ın çektiği Şeytan’dır.

Replikalarla dolu seyrek üretim bandında geçen onlarca yıldan sonra Türk korku sineması Hasan Karacadağ’ın Dabbe adlı filmiyle bir sıçrama yaşadı ancak bu film de bir Japon korkusu olan Kairo’nun plan plan çekilmiş aynı yapımıydı. Hikâye daha sonra Hollywood tarafından keşfedildi ve bir kez de Pulse ismiyle karşımıza çıktı. Orijinal bir hikâyeye sahip olmamasına karşın Dabbe’nin başardığı şey tüm doğu halklarının korkusunun aynı kökenden kaynaklandığını ortaya çıkarması oldu. Cinler ve büyü ayinleri daha sonra onlarca yapımda kullanıldı ve 2015 yılında sinemalarda gösterilen 22 yerli korku filminin ana beslenme kaynağı haline geldi.

Baskın Afiş TREser bakımından artık iyice kalabalıklaşmış Türk korku sinemasının bana göre en orijinal işi halen Küçük Kıyamet adlı filmdir. Deprem gibi, Türk’ü gerçekten endişelendiren bir doğa olayından yola çıkarak anlatılan bu alacakaranlık hikâyesinin kıymetinin bilinmediğini de düşünürüm.

Şimdi, yıllar sonra Küçük Kıyamet’in yanına koyacak bir filmimiz daha oldu; Baskın… Bu filmi Öteki Sinema’da onlarca film kritiği bulunan yakın arkadaşım Can Evrenol çekti, filmin sonundaki akışta da bana bir selam göndermeyi ihmal etmemiş, sağolsun, hep böyle incedir bu çocuk!

İş bu yüzden filme bir kritik yazmayı istemedim. Bu kadar gecikmiş olmasının sebebi de bu… Can’ın filmini bu sebeplerden dolayı övmüş olmaktan endişe ettim ancak Türk korku sinemasına özel ilgi gösteren bir tür eleştirmeni olarak Baskın’ı pas geçmek daha da kötü hissettirince oturdum klavyenin başına…

Baskın, gişe garantili bir formüle sırt çevirerek çekilmiş bir film… Can bu film için kültür bakanlığından destek almadı, bir önceki (çekilmemiş) senaryosu Kapıcı’yı göndermiş ve geri çevrilmişti çünkü bakanlık o sıralar elinde sigara uzaklara bakan adamın mastürbasyondan ibaret hikâyesini filme alanları daha çok sinemacı sayıyordu. Bu tartışma çok su kaldırır ama oyalanmadan geçelim. Baskın, Türk halkının üç harflilerden sonra en çok korktuğu şeyden besleniyor; polislerden!

BASKIN Can Evrenol (3)

Ülkedeki hayatı bir oyun sanan ve bunu da hile kodu yazarak “god mode on” oynayan polislerimiz… Beasts of No Nation filmindeki milislere benzer, vicdanen tüketilmiş, gücü kullanmanın eğlenceli olduğunu sanan ve iktidarın bahşettiği her daim erekte olan çelik namlulu silahlarıyla “korumak-kollamak” zorunda olduklarını unutup hırpalamaktan zevk alan ve bu sayede orgazmik bir intikam yaşayan polisler…

Can Evrenol, işte tam da bu kafadaki bir ekip arabası dolusu polisi alıp onların kurallarının hiçleştiği bir fare deliğine sokuyor ve avcıyı ava çeviriyor. Filmdeki karakterler karşılarına çıkan şeye o kadar hazırlıksız ve bu dehşet o kadar büyük ki düşmanları karşısında marketteki yolunmuş ve paketlenmiş bir tavuk etinden farklı değiller.

Peki, Can’ın amacı ne? Bana göre bu genç sinemacı her ne kadar özdeşleşecek bir karakteri ortada gezdirse bile kurbanla değil dehşeti yaratanla özdeşleşmemizi istiyor. Ülkede polis copundan bir şekilde nasibini almış (Gezi’den bahsetmiyorum, GBT sorgusunda bile tartaklanabilirsiniz) bunca genç insan varken bu çok da zor olmasa gerek. Amacın dışına çıkıp filmde gezindiğimde ise şunu görüyorum; bir Türk korku filmi ima etmeden, dehşeti en gore haliyle gözümüze sokarak gösteriyor. Kan-irin-vücut parçaları her yerde… Bir zamanların İtalyan sinemacılarının olduğu kadar cüretkar bir sanat yönetimi ve makyaj-efekt çalışması… Mideniz ve sinirleriniz sağlam değilse filme dayanmanız biraz zor ki Antalya Altın Portakal’daki gösteriminde (neden yarışmadığını anlamış değilim) Ali Sunal salonu terk etti. Ona göre bu sinema olmayabilir, bize göre de Güldür Güldür pek komik bir şey değil ama işte filmi izlerken şunu unutmamak lazım; eğer goresever bir korku meraklısıysanız burada büyük bir ödül var ama korku sinemasına yakın değilseniz bile Can’ın filminin oldukça toplumcu bir tarafı var. Kimileri Molotof atar, kimileri de film çeker… Bu film de dehşetengiz bir iş olmanın yanı sıra karşıya doğru fırlatılmış alevli bir şişe…

unnamed

Açıkça yazıyorum; Can’ın Baskın’ı çok iyi yükseliyor ancak benim fazlaca korku filmi seyretmiş olmamdan kaynaklı olsa gerek finaliyle beklentimi tam olarak karşılamıyor. Hikâyenin filme yetişemediği anlar var ve bunlar finalde daha çok belli oluyor ancak orada Can’ın yapmaya çalıştığını da anlıyorum, hikayeyi dinlendirip bir tür Grand Guignol (Fransız dehşet tiyatrosu) gösterisi sahnelemeye çalışıyor. Böyle bakınca gayet başarılı ama benim en sevdiğim tarafı; gerçeği kendisinden sıyırıp bu karanlık dehlizlerde seyirciyi dolaştırırken “ya bizde böyle şeyler olmaz ki” cümlesini kurdurmamış. Çünkü fantastik bize ağır gelir, Türk’ün fantastikle macerası çoğu zaman komediden ibarettir ki ülkemizde korku türü yokken bile korku komedi dalında çekilmiş eserler vardır (Sevimli Frankenştayn).

Baskın, yurtdışında aldığı övgüleri hak eden, eğer gişesi de iyi olursa Türk korku sinemasında suyun yönünü değiştirme potansiyeline sahip bir yapım. Çok karanlık ve çok kanlı… Bebek maması kıvamında bir korku filmi değil ve bir gişe filmi olmasına rağmen formülize bir iş değil. Film boyunca pek çok filme bilinçli göndermeler yapılıyor. Can’ın bu filmde en çok Dario Argento’dan ve onun La Terza Madre’de kurduğu dünyadan etkilendiğini düşünüyorum. Bunun yerel bir karşılığı olabileceğini hiç düşünmemiştim çünkü üç harfli filmleri yüzünden biz bile bu türden hayaller kuramıyoruz!

Türk korku sineması yeni ve yetenekli bir yönetmeni selamlarken cinci tayfasının da bu gelişmeye seviniyor olması gerek çünkü bu sayede dışarıda kafalar Türk korku filmlerine dönmeye ve geriye doğru keşfetmeye başlayacaktır.

Ne diyelim; bu kez baskın basanın değil sinemaya gidenin. Filmden çıktıktan sonra yıkanmak isteyeceksiniz çünkü kan sadece oyuncuların değil seyredenlerin üzerine de yapışıyor!

blank

Murat Tolga Şen

Murat Tolga Şen, sinema eleştirmeni, senarist ve oyuncudur. Öteki Sinema'nın kurucusudur ve OFCS (Online Film Critics Society) üyesidir. 2012-2023 yılları arasında Medyaradar sitesinde TV sektörüne dair eleştiriler kaleme almış, 2014-2016 sezonunda Okan Bayülgen’in Dada Dandinista adlı programının yazı grubunu yönetmiştir. Ayrıca 2017-2019 yılları arasında Antalya Sinema Derneği’nin danışmanlığını yapmış ve 2014-2023 yılları arasında Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nda oyunculuk yapmıştır. Şen, "Bir Notanın Hikayesi" adlı belgeselin senaryo yazarı ve "Bir İz - Madımak" belgeselinin danışmanıdır. Yazılarına Beyazperde ve Öteki Sinema'da devam etmektedir.

5 Comments Bir yanıt yazın

  1. Çok büyük hevesle gittim, çok pişman olmadım ama çok da etkileyici bulmadım doğrusu. Belki bahsedilen (referans alınmış olan) korku filmlerinin bir kısmını seyretmediğimden, belki “Güldür Güldür”‘ü komik bulduğumdan, belki korku filmlerinde klişelere alışmış olduğumdan, ters kurgu ile verilse, giriş-gelişme-sonuç bütünlüğünü aradığımdan, neyin niye olduğunu anlamaya çalıştığımdan bir yarım kalmışlık hissi sardı. Ali Sunal’da niye salonu terk etmiş anlamadım, öyle çok sert sahneler yoktu, çok daha sert sahneleri olan filmler izledim, bunlar en fazla bir Prodigy – Breathe klibi kadar rahatsız edici sahnelerdi. Bir de biraz şundan, biraz bundan, ortaya da biraz bundan, haa kapanışta da tatlı niyetine zaman döngüsü olayına girelim,onu da unutmayalım şeklinde bir aranjman gibi olmuş bana göre. Kötülediğim düşünülmesin ama bunları hissettim filmden sonra. İnşallah film yapmaya devam eder ve inşallah daha başarılı işlerini görürüz.

  2. Selamlar,

    Baskın’ı merakla bekliyordum. İlk fırsatta da gidip izledim. Filmle ilgili düşüncelerimi belirtmeden önce yukarıdaki kritik ile ilgili kısa bir eleştiride bulunmak istiyorum.

    Herhangi bir şeyi, diğer bir şeyi aşağılayarak övmenin doğru olmadığını ve maksadına hizmet etmediğini düşünüyorum. Bir şeyin niteliği, çevresindeki şeylerin kötülüğü ile ölçülmez. Bu noktada, yegane başarılı olma kriteri güldürmek değil izlenmek olan ve bunu da gerçekleştiren Güdür Güldür’ün yerilmesini anlayabilmiş değilim. Güldür Güldür komik mi, kime komik geliyor gibi konu başlıklarının Baskın’ın kritiğinde yer almasını ise hiç anlayabilmiş değilim. Güldür Güldür’ün Ali Sunal’a komik gelmesi gibi mantıksız bir çıkarımın Baskın’ın kritiğinde eğreti durduğunu düşünüyorum. Keza, uzaklara bakarak sigara içen adamlar’ın da…

    Bu başlıkların ayrı bir yazının konusu olduğu ayrımına varıldığında delete tuşunun da akla gelmesini isterdim.
    Baskın ve muadili filmlerle ilgili nitelikli kaynağa ulaşmak hali hazırda bu kadar zorken, ve Öteki Sinema’nın da en iyi yaptığı şey buyken, konuyla ilgili metne ulaşmak isteyen insanları bu sataşmalara maruz bırakmamak gerekirdi diye düşünüyorum.

    Filmle ilgili birkaç nokta üzerinde durmak istiyorum.

    • Türk Korku Sineması ve Gişe Formülünde Baskın’ın Yeri Üzerine

    Bu noktada ‘gişe formülü’ demek yerine belli bir Pazar formülü demek daha doğru olacaktır. Romantik komedi pazarı oluştuğunda bu pazarın üreticileri, cinli film pazarı oluştuğunda da bu pazarın irili ufaklı, nitelikli niteliksiz üreticileri olacaktır. Bu da hayatın akışı içerisinde doğal karşılanabilecek bir durumdur.
    Peki Baskın yalnızca cin pazarına sırt çeviren bir film olarak diğer filmlerden daha nitelikli, üreticileri ise diğer üreticilere nazaran daha idealist olmaya hak mı kazanıyor? Hayır. Böyle bir peşin hükme ancak Can Evrenol’un arkadaşları varabilir. Pekâlâ Baskın da belli bir pazara göre formülize edilerek inşaa edilmiş bir filmdir. Bu sebeple Baskın, Türk korku sinemasının diğer ürünlerinden yalnızca tür olarak ayrılacak bir filmdir.
    Baskın da en az cinli filmler kadar formülize bir filmdir. Öyle ki, bu formül filmin diyaloglarında da hissedilmektedir: “Türklerin yüzde 70’i hayvanlarla ilişkiye girerek milli olur” diyaloğu bir Türk filminden değil de, adeta bir İspanyol filminden fırlamış gibi durmuyor mu sizce de?
    Yoksa bir Türk seyirci için, “bizim millet hayvanla öğrenir oğlum bu işi” gibi bir diyalog daha yaşayan, canlı bir diyalog olacaktır. Sonuç olarak, kendi aralarında kendileri hakkında konuşan insanlar bunu yaparken‘biz’ derler. Kendilerine Fransa’dan bakmazlar. Bu ve bunun gibi birçok sebepten ötürü Baskın da kendisine dışarıdan bakan film olmuş, bu sebeple Türk izleyicisinin filme ortak olmasını engellemiştir.
    Şahsen, yer yer ingilizce düşünülerek yazılan diyalogların dahi olduğu kanısındayım. Bu sebeple Mustang ne kadar dışarıya oynayan bir filmse Baskın da bir o kadar bu matematiğe göre formülize edilmiş bir filmdir.

    • Orijinallik

    Türk sineması için yeni bir deneyim denilebilir fakat ‘oraya gidenler bir daha dönmedi’ gibi artık mizaha konu olacak kadar eprimiş, gevşemiş bir konu üzerine inşaa edilmiş bir film için, Türk korku sinemasının en orijinal iki filminden biri demek gerçekten akıl alacak bir şey değil. Onun yerine, “güzel bir denemeydi, bir dahakine inşallah ” demek belki daha insaflı bir yorum olacaktır.

    • Birkaç Şey

    Evrenol, kısa filmlerinde bir hikaye anlatmaktan ziyade, sinefili olduğu türün sahnelerini canlandırmayı tercih etmiştir. Bu çalışma şekli bir kısa filmci için olağandır ve kendisi için iyi bir pr çalışmasıdır. Bu şekilde çalışan başka kısa filmciler de vardır. Çektikleri filmin içine kasıtlı olarak boğaz kesilmesi, kesik yaraları, vahşet sahneleri, dışarıda gezen organlar koyarlar ve bakın bu sahneleri ben de üretebiliyorum demek isterler. Bu kendileri ve dünyaları adına güzel bir tanıtım şeklidir. Fakat hikaye anlatımında değil, makyajda ustalık kazanmanızı sağlar

    Bakın’ın bir uzun metraj olarak bu tuzağa düştüğünü düşünüyorum. Bir duygu bütünlüğünün sağlanamadığı filmde, parça parça da olsa Türk sineması için kalitenin sınırlarını zorlayan sekanslar bulunuyor. Fakat bu sahneler bir duygu oluşumuna yol açmıyor. Evrenol’un görsel estetik üzerinde düşünüğü kadar hikaye anlatımı üzerine de düşünüğü bir film eminim tadından yenilmeyecektir.

    Nihayetinde Baskın’ın vasatın altında başlayıp vasat olarak biten bir film olduğunu düşünüyorum.

  3. olmamış filmdir efendim. insanlar yorum yaparken beğenmedim demeye bile çekiniyor. film hakkında bu kadar zorlama iyi yorum çok inandırıcı gelmiyor bana. genel olarak senaryo kötü denmiş ama ben kurgu, sinematografi, oyunculuk, cast seçimi konusunda da ciddi sıkıntılar görüyorum. en basit örneği baba karakteri korkutmaktan çok uzak. özellikle mahallenin bitirim delikanlısı gibi konuşması felan aklıma geldikçe gülüyorum. seslendirme vs. hiç mi düşünülmez.

  4. Selam,

    Eskiler beni korkusitesi’nden hatirlar. Filmin yonetmeni Can da oyle. Ismim Bilgin.

    Filme dair soyleneceklerden cok filmi elestirenlerin ne yazik ki sig edebi kavrayis ve eksikliklerine soylenecek cok sey var. Oncelikle efendim, bu film olmustur. Bu filmin olmuslugunu kavrayabilmek icin Lovecraft kimdir nedir ne ve nasil yazmaktadir, bunlari bilmek gerekir. Bu film Turk izleyicisine fazladir. Bu yuzden Can’in da standart Turk izleyicisinden gelen yorumlari iplemedigine eminim.

    Lovecraft, olayi anlatir ve cekilir. Olayin basi ve sonu yoktur. Genelde tekil kisi agzindan olaylari anlatmayi sever. Gerceklik ve dus icicedir. Sanri sancilarla birlesir. Bunu Poe ve Lord Dunsany’den aldigi ilhamla onlardan daha keskin bir bicimde gerceklestirir. Bu filmi kavrayabilmek icin Lovecraft okuyucusu olmak gerekir. Bu yuzden bu film herkese gore degildir, gise/sinema filmi ise asla degildir. Anlatilan oykude detay yoktur (Lovecraft ve ondan etkilesimle yazan August Derleth, Robert Bloch, R. E. Howard ve bazi Stephen King oykuleri de buna dahildir) Olay bir bolumunden alinir ve neredeyse ekspresyonist bir tavirla okuyucuya/izleyiciye aktarilir. Kurguda aciklar vardir ve bu bilerek boyle yapilir. Bu bir eksiklik degil, yazar tarafindan iradi bir bicimde yapilan kurguyu okuyucu gozunde yuceltme, okuyucunun dusgucune birakma methodlarindan biridir. Bu edebi anlamda 1890’lardan beri, (Poe ile birlikte baslayan bir nesil) gerceklesir. Aha Baskin tam da boyle bir film.

    Kurgu nerede, neyin nerede oldugu belli degil, olay orgusu yok diyen arkadaslara nacizane onerim, biraz daha korku edebiyati karistirmalari.

    Isin sinematik boyutundan hic anlamam. Isık falan boyle seyler hic bilmem. Ama beni rahatsiz eden bir sey goremedim. Aksine sunu soylemeliyim. Filmde edilen kufurler, gerceklesen sohbetler Izmir’de yasayan biri olmama ragmen siklikla icerisinde bulundugum dahil oldugum sohbetlerdir. Bunu izleyiciye sert ve keskin bir gerceklikle aktarinca izleyicilerin terorize olmus halini anlayabilmek butunuyle mantikdisi. Kisisel olarak anormal bir durumlar karsilastigimda ben de “anani s.km, ciksana ulan o. cocugu, nerdesin ulan p.c” gibi tepkiler veririm. Bunu Turk sinemasinda ilk defa goruyorum. Ayakta alkislamalik.

    Hepsinin otesinde.

    Bu bir Turk korku sinemasinda bir ilk. Ama Turk korku sinemasi derken biraz cekiniyorum. Cinler araciligiyla define arayan koylulerin cocuklarlina torunlarina musallat olan cinlerden, ters kose yapmak isterken taa en basindan itibaren filmin bas karakterinin en yakinin aslinda kendisine buyu yaptirdiginin kesin bir bicimde tahmin edilebilirliginden falan bunlardan gina geldi. Ha izliyor muyum? Hala izliyorum evet.

    Can, keske daha cok film yapsan. Ama Turk korku falan adi altinda gecmesin. Turk izleyicisinin daha ogrenmesi, okumasi gereken cok sey var.

    Turkish Hellraiser ve Lovecraftian tanimlamlarini sonuna kadar hak ediyor.

    Enfes bir film.

    Herkes izlemesin yazmak da filmi daha ilgi cekici kiliyor simdi oyle yazmak da istemiyorum fakat nasil bitirsem bilemedim.

    Lovecraftian zihinlere gore bir film diyeyim en iyisi. Ucundan Clive Barker da barindiriyor (cok cok az da olsa Midnight Meat Train havasi sezen bir tek ben miyim?)

  5. Filmi izleme şansına yeni kavuştum o yüzden yorum yapmam da biraz geç oldu. Öncelikle genç bir yönetmenin ilk uzun metrajı olarak değerlendirdiğimde ortalamanın üstünde bir film olduğunu düşünüyorum. Korku türünde zaten kısıtlı örnekler veren Türk sinemasında kilometre taşı sayılabilir. Ancak o kadar da baş tacı edilecek bir film olduğunu düşünmüyorum. Filmin görselliği çok iyi, oyunculukları fena değil ama senaryosu ve kurgusu yerlerde geziyor. Maalesef Can Evrenol, (kendi tabirimle) Zack Snyder Sendromundan muzdarip. Filmdeki bir çok sekans kendi içinde çok iyi, çok havalı ama film bunları bir birine bağlayıp sağlam bir hikaye anlatmayı beceremiyor. Filmin başındaki kabus sahnesini ele alalım örneğin. Oldukça etkili bir açılış sahnesi peki bu sahnenin film içindeki anlamı nedir? Arda çocukken kötü bir olay mı (taciz, istismar vs) yaşadı? İzlediğimiz aslında Arda’nın kafasındaki cehennem mi? Ya da en sonda kaza sahnesinin tekrarlanması ve her şeyin başa sarması nedir? Yoksa polislerin hepsi kaza anında ölüp gerçekten cehenneme mi gittiler? Filmde bunların hiçbirinin cevabı yok. Ayrıca yorum yapan arkadaşlardan birisi korku edebiyatı karıştırın biraz demiş. Merak etmeyin bu sitenin takipçilerinin büyük bir kısmı korku edebiyatına da hakim. Öyle Lovecraft okumayan anlamaz demek filmin eksiklerini kapatmıyor ne yazık ki

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Mühürlü Köşk (2011)

Mühürlü Köşk, sinemalardan sonra sansürlenerek TV'de gösterilecek ve sonra marketlerin
blank

Erişte Westernlerin Kralı: Çeko (1970)

Çeko, bir dönem furya halinde çekilen ve sonrasında kaybolan yerli