“Birçoklarımız kurban oluyor ama pek azımız şehit!”

MartyrsSon yıllarda Fransız korku sineması gerçekten heyecan verici örnekler sunmaya başladı. 1970’lerdeki yeni dalga akımından sonra korku türüne genelde uzak durmuş bir sinema olan ve bana göre sıkıcı bazılarına göre sanatsal olan filmlerle ilerleyen Fransız sineması yer yer güzel komedi filmleri ile gönlümü almayı bilmişti.

Oysa ki son bir kaç yıldır fransız sinemacılarından hiç beklenmedik bir atak geldi, Le Pacte des loups (Kurtların kardeşliği 2001) ve Les Rivières pourpres  (Kızıl Nehirler 2000) gibi başarılı yapımlara bir anda dur diyen Fransızlar 2007’e gelindiğinde bomba etkisi yapan iki korku filmi ile karşımıza çıktı. A L’interieur / İçerde (2007) ve Frontier(s) / Sınırda (2007). Hollywood’un kısırlığından ve Uzakdoğu’nun tekdüzeliğinden sıkılmış korku tutkunlarının bir anda gözlerini Fransız sinemasına çevirdi. İşte Martyrs ile Fransa’dan yeni korku filmleri bekleyenlerin parmaklarına bal sürülüyor.

martyrs2008_5Pascal Laugier’in yönettiği filmde Morjana Alaoui (Anna) ve Mylène Jampanoï (Lucie) başrolleri paylaşıyorlar. Ayrıca film müzikal anlamda da oldukça başarılı. Seppuku Paradigm adlı electonic/rock grubunun filme katkısı azımsanamayacak kadar çok. Filmin konusunu anlatmaya geçerken sizleri uyarmak istiyorum. Bu noktadan sonra Spoiler vermem gerekiyor.

1970’lerde Lucie adlı ufak bir kız’ın terk edilmiş bir merkezden kaçması ile filmimiz başlar. Lucie bir yılı aşkın süredir kayıptır. Polis kızın yaşadığı şok yüzünden konuşamadığını görür ve bir yetimhaneye bırakır. Yetimhanede Lucie’nin tek arkadaşı Anna olacaktır.

Bu arada kızın kaçtığı yer bulunur, olayın pedofilinin dışında bir olay olduğu, kıza herhangi cinsel bir istismar yapılmadığı anlaşılsa da yapılan işkencenin nedeni ve niçini ile ilgili bir sonuca varılamaz.

Sahne değişir. Anne, baba, on sekizlerinde bir oğlan ve ufak kızları pazar kahvaltısında şakalaşarak mutlu bir şekilde tatillerinin zevkini çıkarıyorlardır. Kapı çalar. “Bu saatte kim bu saygısız” diye söylenirken kapı açılır ve kapının diğer ucunda duran pompalıdan çıkan kurşun babanın vücudunda büyük bir delik açarak ilerler. Aile şoku atlatamadan tek tek tereddütsüzce katledilir. Pompalının diğer tarafında soğuk kanlılık ile ateş eden Lucie bu kişileri iyi tanımaktadır. Yoksa bu mutlu ailenin çocuklarının bile haberdar olmadığı karanlık bir yaşamları mı vardır?

İşte böyle bir şok açılış sahnesi ile başlıyor film. Son yıllarda beni bu kadar geren bir sahne görmemiştim. Koltuğa uzun süre tırnak geçirdiğimi söyleyebilirim. Ancak filmin ikinci yarısı büyük bir düşüş yaşanıyor, özellikle işkence ekibinin başındaki Dilber hala’nın (seyredince neden böyle dediğimi anlayacaksınız) filme dahil olması ile hem tempo, hem inandırıcılık alaşağı ediliyor. Hele de o sürpriz son filme ne yazık ki hiç oturmuyor.

Ama bütün bunlara rağmen Martyrs sonuna kadar seyredilmeyi hak eden ilginç bir korku filmi. İnsanın insana yaptığı zülmü anlatıyor. Bu yönden biraz Barda ve Funny Games havası var. Ancak bu filmlerdeki sebepsiz şiddetin yerini bir anlama bırakmaya çalışması Martyrs’in asıl eksik noktası oluyor.

martyrs6

İki önemli kadın figürü, geçmişinin intikamını alan Lucie ve ona karşı gizli bir aşk da yaşayan, yaptıklarını tasvip etmese de yanında olan Anna karakterleri filmin tüm yükünü almışlar. Pascal Laugier oyuncuları ile ilgili şöyle bir kelam etmiş

“Filmin en zor kısmı ne teknikti ne de özel efektler. Başrol oyuncularımızı sürekli ağlatmamızın ve morallerini düşük tutmamızın gerekmesi bizi en çok zorlayan şey oldu.”

Laugier ayrıca Fransa’daki bir çok stüdyonun kendilerini geri çevirdiğini, umutsuzluklarının hat safhaya çıktığı anda CANAL +’ın yardımlarına geldiğini belirtmiş. Film haklarının Remake için Hollywood’a satıldığı haberini aldıklarında sanırım diğer stüdyolar müdürlerinin işine son vermişlerdir.

Evet Hollywood [REC]’i rezil ettikten sonra şimdi dişlerinin arasına Martyrs’i koymuş. Onlar Amerikan seyircisini uyuta dursun, biz Fransa’dan ve İspanya’dan keşfedeceğimiz filmleri sizlere tanıtmaya devam edelim.

Masis Üşenmez

blank

Masis Üşenmez

1979 İstanbul doğumlu yazar ilk sinema deneyimini Superman ve Star Wars’la yaşayıp kendini çizgi roman ve bilim kurgu dünyasına atar. 2006 yılında "Öteki Sinema" kadrosuna katılır ve sitenin gelişiminde önemli rol üstlenir. Halen Öteki Sinema'da editörlük ve Cinedergi'de yazarlık yapmaktadır.

14 Comments Bir yanıt yazın

  1. Ufak bir not daha filmin yönetmeni Pascal Laugier Clive Barker’ın unutulmaz hikayesi Hellraiser’ı çekmek için kamera arkasına geçmiş.

  2. Çok beğendim ben. Sonu çarpıcıydı, fakat bi’ süre sonra sonu anlaşılır oluyor, bir anda sıkmıyor beyninize mermiyi yani. İki farklı tat veriyor film; bu iki tadı beraber sevenler filmi beğenicektir…

  3. :::::DİKKAT SPOILER İÇERİR:::::

    Filmin ilk yarısı gerçekten de insanın kafasına yumruk gibi iniyor. Hem gizemli, hem heyecanlı hem de şok edici olmuş. Ben bir filmi beğenerek izlediğimde bir yerden sonra gerilirim, devamı nasıl gelecek, yanlış bir hamle yapılacak mı diye. Ki, Masis’in de dediği gibi bir Funny Games havası hissetmemek mümkün değil. Hem bu yüzden hem de etkileyici bulduğumdan filmin yarısında (yani aslında görünürdeki gizem çözüldüğünde) aynı hisse kapıldım.
    Film eğer bir eziyet pornosuna dönseydi cidden hayal kırıklığına kapılırdım. Çünkü b sınıfı bir filmde, yerine göre makul karşılanabilirken bu filmi hiç gerek yokken ucuzlaştıracağını düşünüyorum. Bu yüzden de, örneğin Frontière(s)’den, söz konusu şiddet ille de bir yere (faşizme) bağlanmaya çalışıldığı için hiç hoşlanmadım. Veya, tam tersi À L’Intérieur tüm mantıksızlıklarına rağmen mide bulandırmaktan çok ürkütücü geldi bana. Hoş, diyeceksiniz ki bu filmin yarısı eziyet. Fakat filmin sonunda bir yere bağlanıyor ki bana zorlama gelmedi. Bağlanan yer de bence birden fazla soru işareti aslında. Aziz(e) arayışında verilen kurbanlar en sonunda bir azizenin doğuşuna yarıyor… mu… acaba? Yani aslında onca kurban, onca çekilen eziyet boşuna değil miymiş? Anna’nın gözlerinden bir şeyler görüyoruz ama hidayete varıp varmadığı yoruma tamamen açık. Ayrıca tüm bu sürecin, ölüme yaklaşmış insanlar tarafından yaptırılması ise belki klişe ama yerinde bir klişe olmuş bence. Eğer eziyetin sonu Lucie’nin kaçışı hatta hemen yerinde intikamı şeklinde olsaydı benim için bu kadar etkileyici olmazdı. İşte Fransız sinemasının yerine/kimine göre “sıkıcılığı” da burada. Yani yoruma açık olmasında. Fransız sinemasında beğendiğim pek çok film olduğu için bu tür “sıkıcılıkları” sevdiğimi itiraf ediyorum. Tabii yerine göre. Yalnız şunu da belirtmeliyim, filmi izledikten sonra okuduğum eleştirilerin çoğunda, ikinci yarıyı (hatta ikinci film bile denilebilir) beğenmeyenler çoğunlukta.
    Amerikan çeviriminde daha açık ve net davranılacağına eminim. Hatta Anna, Silent Hill’deki Alessa (bilmiyorum ismini doğru mu hatırladım) gibi muhteşem bir dönüş yaparsa şaşırmayalım. İşin şakasını bırakayım, Morjana Alaoui ve Mylène Jampanoï’nin oyunculukları insanın kalbini kıracak kadar iyi. Hele o son bakış…

  4. :::::DİKKAT SPOILER İÇERİR:::::
    sevgili quattromosche öncelikle değerli yorumların için teşekkürler. Benim sonu sevmememin en büyük nedeni hani yapma nedenlerinden çok azize olduktan sonra dilber halanın kulağına fısıldadığı bizim duymadığımız öteki dünya tasfiri ve kadının bu nedenle intihar etmesi. Yani herhangi bir Carpenter filmi seretseniz buna benzer bir son görürsünüz.

    Şu andan itibaren saçmalama kotamı kullanarak bir de benim filmden beklediğim neydi onu söyleyeyim. İlk pazar katliamı sahnesinden sonra Nikita gibi bir mevzu bekledim. Yani kızın içindeki hırsı görenler insanları öldürmek için ona bir tetikçi eğitimi vermişler ve çocukluğunda yaşadığı travmayı kullanarak yanlış hedeflere yönlendiriyorlar. Bence böyle bir mevzu üzerine inşa edilse daha sağlam bir film olurdu.

  5. Aşkolsun, ne saçmalaması! :) İtiraf ediyorum, hiç aklıma gelmeyecek bir gelişme olurdu öylesi. Aslında hala da yapılabilir bence. Çünkü bambaşka bir film olur. Aslına bakarsan filmin seksi kızlar intikam peşinde havalı afişlerine bakınca (benim gördüklerimden bir tanesi hariç) hepsi o senin beklediğin gelişmeyi vermiyor da değil.

  6. Ben o kapı açılana kadar üstte dediğim gibi beklemiştim filmi fazla zorlamışım sanırım:) Amerikan versiyonunu çekeceklere yollasak mı bu fikri acaba?

  7. DIKKAT SPOILER ICERIR

    Cok guzel bir yazi olmus – yanliz sunu deginmeden de gecemiyecegim: sonunda Madame’in intihar etmesi’nin arkasinda ille de oteki dunya tasviri olacak diye bir zorunluluk yok.

    Madame kizimizin anlattigi seyi duyduktan sonra kendini odasina kapatiyor. Ve yavas yavas soyunuyor. Ama bu sadece fiziksel bir soyunma degil , ayni zamanda da bir oze donme. Makyajini siliyor, perugun cikartiyor, kirpiklerini cikartiyor: kendini en dogal ve en sade haline getiriyor: bunu yaparken de kapidaki adamla bir konusma geciyor- konusma bir kac satic simdi tam olarak alinti yapamiyorum ama kendini oldurmeden onceki son lafi: Keep doubting oluyor yani merak etmeye/ikilemde kalmaya devam et.
    Nedir Kizin gordugu? Nedir Madame’i bu kadar etkileyen sozler? Cennet? Cehennem? Ya o kadar tahrik edici bir sey ki Madame kendini bir an once oraya gondermeye calisiyor ya da o kadar korkutucu bir fikir ki, Madame neredeyse bir oze donme, ana rahmine donme sekansinda sonra kendini olduruyor – intihar ederek en korkunc gunahlardan birini isleyip kizin gordugu seyden kendini o kadar uzaklastirmak istiyor.
    Filmin sonunda da dedigi gibi ‘Maryrs’ kelimesini ozu ve asli sahit olmaktan, sahitlik’ten geciyor. Var olan her ne ise ona sahit olan bu iki kimse kendilerince kurtarici cozumler yaratmaya calisiyorlar.
    Sunu da unutmayalimki filmin birinci kismi, filmin ikinci kismina bir simetri ile bagli. Ilk bolumde inanmayan Anna arkadisini kontrol altinda tutmaya calisir iken, ikinci bolumde Anna Lucie’nin yasadiklarini aynen yasamak zorunda birakilir. Burada Anna’nin cektigi aci hem fiziksel , hem de zihinseldir: Bir yandan futursuzca iskence gorur ama ayni zamanda kendi hissettigi Lucie’ye inanmasi yuzunden var olan sucluluk duygusu onun aklini yer.
    Benim kanimca ‘Martyr’s simdiye kadar yapilmis en kuvvetli korku temali filmlerden biri. Derdi sadece tur kaliplari icinde kalmak degil – bir yanda da din , ve dusunce ustune cok ilginc sorular sorabiliyor.

  8. Filmin ilk yarım saati güzel bir korku filmi tadında gidiyor. Sonraki yarım saati ise psikolojik gerilim şekline bürünüyor. Son bölümü ise ilk iki bölümdeki gerilimi bir noktaya bağlamaya çalışırken, film sonucunda gece yatağa yatarken yaşayacağınızı düşündüğünüz o korkuyu, ürpertiyi bir anda sıradanlaştırıyor hatta yok ediyor. Benim düşüncem bu filmdeki çıkış noktalarından 3 tane “süper” film çıkabilirdi. Ama sonuç 1 tane “eh” diyebileceğiniz bir film.

  9. === DİKKAT, SPOILER İÇERİR ===
    filmin ilk yarısı ile ikinci yarısı arasındaki farklılık, görüğüm kadarıyla, izleyicinin yaklaşımına ket vurmuş. ben bunu senaryonun bir eksikliği olarak görüyorum. sonuçta filmin asıl anlatımı ikinci yarısında: acının en üst mertebesini benliğini kaybetmeden (halüsinasyonlara vs. kapılmadan) aşan kişinin öteki dünyaya henüz yaşıyorken tanıklık edebileceğine inanan bir organizasyonun akıl almaz edimleri. tabii öteki dünya var mı, varsa nasıl bir yer gibi sorulara muhatap olmaktan kaçınan, muğlak bir sonla bağlanıyor film. anna’nın derisi soyuluncaya kadar yaşadığı işkencelerin daha beterini 1980 darbesinden sonra diyarbekir cezaevindeki mahkumlar yaşadı. bu nedenle filmin amaçladığı kadar “etkileyici” değil. bir insanın canlı canlı derisinin yüzülmesi özgün değil, ama etkileyici. oysa bu kısmı çabucak geçiyor film. sonuç olarak “çılgın organizasyon” ya da “şeytani tarikat” konsepti içerisinde değerlendirilecek bu hikaye, bulunan fikrin heyecanıyla telaşa gelmiş. üzerinde düşünülürse çok daha güçlü bir senaryo yazılabilirmiş gibi geliyor bana.
    çoğunluğun beğendiği, bu nedenle filmin ikinci yarısını gölgede bırakan ilk yarıya gelince. evet, insanı geriyor, çarpıyor, merakla seyrettiriyor. gerçi lucie’nin şizofrenisi hemen anlaşılıyor, ama bu bile seyirliliği çok kötü etkilemiyor. ancak bu beğenilen ilk yarı, filmin ikinci yarısının seyredilmesini sağlamak için yapılmış gibi duruyor.
    filmin asıl teması yeterince başarılı olmayınca, ama asıl temaya giden alt (ya da ön) hikayesi çarpıcı olunca aklıma yamalı bohça geliyor: bohçanın sıradan, monoton dokusu üzerine dikilmiş oldukça renkli ve enteresan bir yama. bu nedenle 10 üzerinden 7 ve belki üstü bir not alabilecek bu film, benden ancak 6 alıyor.

  10. Son yıllarda fransız sinemasıatağa geçti.İşkence odası yüksek tansiyondan sonra en yenilikçi olanıydı. İlk 45 dakikası gerçek şiddet iken devamında pisikolojik-gerilimi andıran atmosferden güç alan bir yapımdı. Çoğu sinema sitesine göre 3 bölümdü. İşkenceden kaçış,evde işkence,işkence seansı…70 lerde gördüğümüz cesur korku sinemacıları şu an 2000 lerin Fransız yönetmenlerinde görüyoruz. Fransız sineması kadınları şiddette kullanan,alt türlerde gezinirken bize değişik duygular yaşatan lezbiyenlik ve pisikolojik temalarını kullanan yeni bir cesur sinemacılık dalgası.

  11. korku değilde bol kanlı bir gerilim demek daha doğru sanırım. fransızlar son yıllarda, kan konusunda abarttılar. ellerini hiç korkak alıştırmıyorlar bolca kan ve ceset parçası barındırıyor filmler. en güzel örneklerinden biri de, inside/içerde olsa gerek.

  12. spoiler içeriyor galiba :D
    film bariz bir şekilde partlardan oluşuyor, yani bu durumu senaryodaki zaaflardan kaynaklanan bir hata yerine, doğrudan bir tercih olarak değerlendirmek daha doğru olur sanırım. yapılan eleştiri ve yorumlar gerçekten isabetli.değinilmeyen birşey olarak, filmin ilginç noktalarından biri de iki ana karakterle izleyici arasında kurulan ilişkinin değişkenliği. önce lucie’yle sonra anna’yla, sonra tekrar lucie’yle ve en nihayetinde tekrar anna’yla empati kuracağımız kırılma noktaları var hikaye içinde. bu durum yavaş yavaş olaydan sıyrılıp hikayeye dışardan bakmamızı sağlıyor ki bu da finale yaklaştıkça filmi kurtaran şey oluyor denebilir. ilk yarıda karakterlerle lzleyici arasında kurulan empati, korkuyu ve gerginliği izleyiciye çok başarılı bir şekilde -hani yumruklarını sıkacak derecede:)- geçiriyor. ikinci yarıda senaryodaki değişime ayak uydurmamızı ve hikayeyi takip ederken sıkılmamızı önleyen şeyse yine bu empati mevzusundaki dengeli tutum oluyor. yanyana durunca sırıtmayan birbirini tamamlayan iki bölüm mevcut diyebiliriz, aradaki geçiş mükemmel değil belki ama ölümcül miktarda kan da kaybetmiyor film, kendini toparlıyor. sonu da güzel olmuş bence. yaşanan tüm şiddetin -iyi veya kötü- bir nedene bağlanması, üstüne bir de tabu yıkar şekilde bunu haklı bile gösterebilecek bir sonuca varması farklı bir yaklaşım olmuş. bitince acaba dedim kendime, anna şehitliğe ikna oldu mu ve kendisine yaşatılanlar için kızgın olmama ihtimali nedir?

  13. izlediğim en güzel ve etkileyici filmdi. İşkencelere işkence deyip geçmemek lazım. Psikoloji çok derin. Baştan sona…

  14. Saçma bir tarikat inancına sahip bir grup insanın zorla insanlara işkence etmesini konu alan bir filmden başka bir şey değildi. Madem öteki dünya merakınız bu kadar baskın neden önce kendiniz gönüllü olmuyorsunuz? Kendiniz de denemeden dayanıksız olduğunuzu bilemezsiniz. Bu filmi beğenmek mümkün bile olamaz o kadar absürt ki… Bu şekilde işkence görmesi sonucunda öteki tarafı göreceğine nasıl emin olabilirsiniz? Kısaca filmin anlatmak istediği bazı insanlar şeytandan daha tehlikeli…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

Deadly Blessing (1981)

Deadly Blessing, 70-80'ler korku sineması sevenler için gözlerine layık bir
blank

Ali Silvan’ın Yolu: Umut Sokağı (1986)

Umut Sokağı yiğitliği kutsama klişesine saplansa da kabadayılık ve mafyaya