Takeshi Kitano Japon Sineması’nın son 35 yılına damga vuran çok ilginç bir yönetmen. Sert şiddet sahneleriyle dolu Violent Cop (Sono otoko, kyobo ni tsuki, 1989) ile başladığı yönetmenlik serüveninde absürt bir intikam hikâyesini anlatan Boiling Point (3-4 x jugatsu, 1990) ve insanın yüreğine işleyen A Scene at the Sea (Ano natsu, ichiban shizukana umi, 1991) filmlerinin ardından çektiği sıra dışı yakuza filmi Sonatine (Sonachine, 1993) ile ilk kez Avrupa’da konuşulmaya başlandı. İlk defa Uzak Doğu’dan bu tip bir film çıkıyordu.

Sonatine’yi o tarihe kadar çekilmiş yakuza filmlerinden ayıran en önemli özellik, varoluşçu ve hatta nihilist yapısı olsa gerek. Üstelik bu özelliği sadece hikâyesinden ve ana karakteri Murakawa’dan almıyor, filmin Batı tarzı klasik anlatıyı tersyüz eden biçimsel arayışları var. Filmi yazan, çeken, oynayan ve kurgulayan Takeshi Kitano, klasik bir hikâye örgüsünde gösterilmesi gereken/beklenen sahneleri göstermekten bilinçli bir şekilde kaçınıyor. Kesinlikle tesadüf ya da kurgu hatası değil. Mesela bir yere bombalı saldırı gerçekleşecek, Kitano bombacıyı göstermemeyi tercih ediyor. Çok tehlikeli bir tetikçi bir yakuza liderini ve iki adamını (liderin hamile eşinin yanında) infaz edecek, onları nasıl ele geçirdiğini göstermemeyi tercih ediyor. Filmin finalinde çok sayıda insanın can vereceği son derece kanlı bir çatışma/suikast yaşanacak, bu çatışmayı hiçbir Hollywood yapımcısına kabul ettirilemeyecek şekilde çekmeyi yeğliyor Kitano. Birçok kritik planı göstermediği gibi, karanlıkta vuku bulan çatışmayı da anlaşılır bir şekilde kurgulamıyor. Klasik anlatıyı sürekli elinin tersiyle iten bir tarzı var. Mesela barda bir çatışma sahnesi var, çatışmanın mizansenini öyle bir tasarlıyor ki yönetmenin sizden kritik planları gizlediğini düşünüyorsunuz. Soğuk, ölçülü bir dil kullanarak, bilinçli bir şekilde, şiddetten haz almanızı sekteye uğratıyor, durup düşünmenize yol açıyor. Diyaloglara kadar sinen bilinçli bir bayalığın da katkısıyla karakterlerle (ve yakuza yaşamıyla) özdeşleşmenize asla izin vermiyor.

Aslında filmin konusu basit: Okinawa’da savaş hâlinde olan Nakamatsu Klanı’yla Anan Klanı arasındaki sorunu çözmesi için görevlendirilen Murakawa’yı izliyoruz, ama adamın hiçbir işi düzgün gitmiyor. İki ayrı saldırıda büyük kayıplar verdikleri için plajdaki bir kulübede ortamın durulmasını bekliyorlar. Beklerken de vakit geçirmek için acayip şeylerle uğraşıyorlar. Sanki etraflarındaki ölüm çemberi daralmıyormuş gibi bir hâlleri var. Takeshi Kitano yakuzaları giderek gülünç durumlara sokarak acınası hâle getiriyor ve bize bu hayatın bedelini göstermiş oluyor. İnsan öldürmeyi bile mekanik bir şekilde yapan Murakawa’nın bakış açısında yakuza hayatı sonu gelmez, anlamsız bir çırpınıştan ibaret. Sahilde geçirdiği günlerde bu hayatta sadece (oyunlarda kendini belli eden) çocuksu bir masumiyetin ve aşkın önemli olduğunu düşündüğünü zannediyoruz ama çok geçmeden onun o karanlık tarafı sökün ediyor.

blank

Murakawa’nın Miyuki’yle yaptığı konuşmada ya da arabayı kenara çektiği o karanlık finalde kristalleşen depresif bir dünya görüşünün yansımalarını izliyoruz.

-Sertsin. Ben sert erkekleri severim.
-Eğer sert olsaydım, silah taşır mıydım?
-Ama kolayca ateş ediyorsun.
-Çünkü kolayca korkarım.
-Ölmekten korkmuyorsun ama…
-Eğer çok uzun süre ölmekten korkarsan, (zamanla bu korku) ölmeyi istemeye dönüşüyor.

Kitano açılış sahnelerinde Murakawa’yı bize tanıtırken daha en baştan onun ne kadar gaddar ve ruhsuz biri olduğunu gösteriyor. Katagiri’yi -henüz hiçbir şey bilmeden/öğrenmeden- sırf dövmek istediği için dövdü. Ya da haraç vermediği için yanlışlıkla boğdurduğu mah-jong salonu işletmecisini aklınıza getirin. Adamı yok yere öldürdü, sonra “Önemli değil zaten, kurtulun şu cesetten” deyiverdi. Takeshi Kitano, yakuza hayatının saçma sapan bir şiddet sarmalı olduğunu film boyunca unutmanıza izin vermiyor. Her 10-15 dakikada korkunç bir şiddet perdeyi kana buluyor. Ancak bir süre sonra, yaşamanın ya da ölmenin tamamen tesadüflere bağlı olduğunu gösteren sahneler artınca Kitano’nun asıl derdini anlamaya başlıyorsunuz. Tecavüze yeltenen adamın ölümü, asansördeki masumların ölümü, bardaki garsonun katledilişi, aslında bu işleri bırakıp garson olması gerekirken sırf yakuza olabilme sevdasıyla Okinawa’ya geldiği için hunharca katledilen o genç çocuk… Yaşamın ve ölümün kıldan ince bir çizgiyle ayrıldığını gösteriyor Kitano.

Film boyunca Murakawa’nın sözlerine ve davranışlarına da yansıyan bir vurdumduymazlığı var ama bu boş vermişlik, aldırmazlık bir tür nihilizmden kaynaklanıyor. Ölmek isteyen, ölümü arzulayan ve hatta geleceğe dair olası bir umut ışığını elleriyle söndüren biri bu (finali hatırlayınız). Öyle “onur” gibi yakuza kültüründe her şeyden üstün tutulan kutsal değerlere inanmıyor Murakawa. Herhangi bir şeye değer verdiğini pek görmüyorsunuz. Daha ziyade ânı yaşayan varoluşçu bir duruşu var, olayı akışına bırakıp o akışla bütünleşiyor (yağmurdaki sahne). Murakawa, etkiye (ihanet) tepki vererek (intikam) zamanını geçiriyor. Normal hayatın debdebesinden kaçmaya çalıştığını görüyorsunuz, oyunbaz bir tarafı var. Oynamak istiyor, oynuyor da. Frizbi, ringde kukla dövüşü, havai fişek savaşı, Rus ruleti fark etmiyor, oynuyor. Çukur kazıp içine insanları düşürmek gibi kendince kaba-saba şakalar yapıyor. Sadece böyle anlarda Murakawa’nın güldüğünü, içten bir tepki verdiğini görüyorsunuz. Önünde biri bıçaklandığında ya da öldürüldüğünde veya bir silahlı çatışmada hısmına kurşun sıkarken yüzündeki ifadesizlikte bir bozulma görmüyorsunuz ama biri Hawaii tişörtü giydiğinde dalga geçip gülümsemeyi ihmal etmiyor.

Tabii şunu asla hatırdan çıkarmayınız. Takeshi Kitano, Japonya’da Beat Takeshi adıyla tanınan fenomen bir komedyen. Ben ne zaman Sonatine’yi seyretsem, yakuza hayatını tiye alan bölümlerde hep gülme krizine giriyorum. Patlamayan bomba, işkence esnasında suyun altında unutulan adam, havaya uçurulan otomobil, dün bıçakladığı adama yiyecek içecek ikram etmeye çalışan çocuk… Film boyunca “absürt” olarak nitelendirebileceğimiz ama normal hayatta pekâlâ karşılaşabileceğimiz olaylara dayanan bir mizah, filmin varoluşçu felsefesini destekleyen önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.

blank

Ve Sonatine’yi aynı türdeki diğer filmlerden bir uçurum gibi ayıran o benzersiz görsel-işitsel doku. Havaya saçılan yapraklar, bir cesetten kurtulmaya gidilirken gökyüzünün aldığı renk, danstan sonra bira içip dinlenen iki yakuzayı içine alan çerçeve, plajda peş peşe yürüyen dört kişinin yer aldığı kare, beklerken yorgun düşen yakuzalar… Film kolay kolay unutamayacağınız görsel dokusunu müthiş tınılarla kuşatıyor. Favorim hem kapanış hem de açılışta çalan, Dario Argento’nun Suspiria’sının açılış temasını hatırlatan ve yerel dokunuşlarla zenginleştirilmiş o olağanüstü parça.

Takeshi Kitano’nun Sonatine’si, yakuza filmlerine taze bir soluk getiren, bol sürprizli bir suç filmi. Quentin Tarantino’nun favori filmlerinden biri olduğunu da bu vesileyle not düşeyim. İyi seyirler…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

blank

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Shinjuku Mad (1970)

Shinjuku Mad farklı bir deneme. Basit hikâyesine ve az buçuk
blank

Cehennemin Uşakları (1985)

“The Servant boys in Hell” “Cehennemin Uşakları” Türkiye’de asla sinemalarda