Gary Whitta’nın yazdığı, Hughes Kardeşlerin (Albert ve Allen Hughes) yönettiği ve başroldeki Denzel Washington’ın harikulade bir performans ortaya koyduğu Tanrının Kitabı (The Book of Eli, 2010) kıyamet-sonrası (post-apocalyptic) anlatılar içinde gerek biçimi gerekse içeriği bakımından çok ayrıksı bir film.

Prodüksiyon tasarımcısı Gae S. Buckley (Open Range, I’m Your Woman), sanat yönetmeni Christopher Burian-Mohr (Amistad, The Last Samurai, Cowboys & Aliens) ve görüntü yönetmeni Don Burgess (Forrest Gump, Cast Away, Contact) birlikte olağanüstü bir görsel doku inşa etmişler. Gri ve yeşil tonların ağırlıkta olduğu -çinkoyu andıran- kavruk ve soluk bir coğrafyadayız. Toz, toprak, kir, pas ve pisliği çağrıştıran bir renk demeti bizi karşılıyor. Dünya yıkıntılarla örülü kurşuni bir viranelik. Artık gökyüzüne ne olmuşsa (“gökte bir delik / a hole in the sky”), yeryüzüne zar zor sızan bir güneş ışığı var ama sızdığı zaman (Eli’ın gecelediği ilk eve giriş sahnesini anımsayınız) çok ferah bir aydınlık hissi veriyor. Nükleer savaş sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğumuzu az çok tahmin edebiliyoruz, ama final bloğundaki Golden Gate Köprüsü (San Francisco) sahnesine kadar emin olamıyoruz.

Kutsal bir dava uğruna Doğu’dan Batı’ya yürüyen kişi, kahramanımız Eli. Dediğine göre, parlamadan sonra (“flash”) 30 kış geçmiş, artık bitkiler yok, eskiden hayatı güzelleştiren başka şeyler de… Her şey yanıp kül olmuş. Tek tük geriye kalan şeyler uğruna büyük bir savaş yaşanıyor. Küçücük bir şampuan kutusu mutlu edebiliyor insanı ya da bir iPod. Tanrının Kitabı filminin yokluk ve yoksunlukla terbiye edilen bir dünya tasavvuru var. Su ve gıda yok denecek kadar az, temizlik desen hak getire. Pis bir dünya bu. Bir sahnede Eli parlamadan önce dünya nasıldı sorusunu yanıtlarken dikkate değer bir özeleştiri veriyor:

“İnsanlar ihtiyaç duyduklarından fazlasına sahipti. Neyin değerli, neyin değersiz olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu. Şu an insanların uğruna birbirlerini öldürdükleri şeyleri çöpe atıyorduk.”

blank

İnsanların basit şeyleri elde etmek için korkunç suçlar işledikleri Mad Max’vari bir dünya bu. Eli bu dünyada hayatta kalmak için yakın dövüş tekniklerini geliştirmiş, çeşitli silahları (devasa bir pala, tabanca, ok, pompalı tüfek) ustalıkla kullanan bir gezgin (“walker”). Film onun bir hayvanı ele geçirmek için kurduğu tuzak sahnesiyle başlıyor, daha sonra kılıcı andıran palasını ne kadar iyi kullandığını gördüğümüz bir sahne geliyor. Tehlikeli bir insanla karşı karşıya olduğumuz daha filmin başından itibaren belli oluyor. Filmin aksiyon sahneleri hiç fena değil, çok sayıda stilize şiddet sahnesi birbirini izliyor ama film belirli bir noktadan sonra spiritüel bir derinlik kazanarak bambaşka bir yola sapıyor, filme distopik sinemada özel bir yer edindiren de bu oluyor.

Öykü Eli’ın karşısına benzersiz bir kötü adam (villain) çıkarıyor. Gary Oldman’ın canlandırdığı Carnegie bir tür yerel derebeyi; kan, ölüm ve şiddetle inşa ettiği kasabada ateşli silah gücü sayesinde bir nevi düzen kurmuş durumda. Carnegie kendisine bağlı silahlı adamlara bir görev vermiş ama çok tuhaf bir görev bu. Bulabildikleri tüm kitapları ona getirmelerini istiyor, karşılığında içki, kadın, su ve yiyecek temin ediyor. Daha onu ilk gördüğümüz sahneden anlıyoruz ki, Carnegie spesifik bir kitap arıyor, o kitap dışında getirilen kitapları da ödüllendiriyor ama onları derhal yaktırıyor. Carnegie’nin aradığı kitap, Hristiyanların kutsal kitabı olan İncil.

Bir sahnede, kesin olmamakla beraber Üçüncü Dünya Savaşı’na ya da dünyayı o hâle getiren her neyse ona İncil’in yol açtığı ima ediliyor. Yeryüzü cayır cayır kavrulduğunda her şeyle beraber İncil’in de çoğu kopyası kül olmuş. Geri kalan kopyalar da sakıncalı bulunduğu için toplatılıp yok edilmiş (Fahrenheit 451 filmini hatırlamamak elde değil). Anlayacağınız, yasaklı bir kitap bu. Okuma yazma bilen az sayıda insandan biri olan Carnegie İncil’de neler olduğunu çocukluğundan hayal meyal hatırlıyor, amacı İncil’in gücünü arkasına alarak kutsal sözcüklerin önderliğinde bir hükümranlık kurmak. Carnegie İncil’in bir kitaptan çok daha fazlası olduğuna adı gibi emin, hatta bir sahnede şöyle diyor:

“O lanet bir kitap değil! O bir silah! Tam kalpleri ve zayıflarla çaresizlerin zihinlerini hedef alan bir silah. Bize insanlar üzerinde tam kontrol verecek! Lanet bir kasabadan daha fazlasına hükmetmek istiyorsak, kitap elimizde olmalı! Her yerden insanlar gelecek ve söylediklerim kitabın içindense dediklerimi yapacaklar. Bu daha önce oldu ve yine olacak. Lazım olan tek şey o kitap.”

blank

Tahmin edebileceğiniz üzere Carnegie ile Eli’ı karşı karşıya getiren şey, Eli’da İncil’in bir kopyasının bulunduğunun anlaşılması. Ondan sonra kan gövdeyi götürüyor zaten. Ama bu yazıda ele almak istediğim şey, o değil. Bu film, “misyonerlik filmi” damgası yemiş olsa da benim buna bir itirazım var, bana yazıyı yazdıran bu itiraz.

Evet, ilk bakışta The Book of Eli bir din propagandası gibi duruyor. Eli’da (“Eli”, bizim “Allah” diye okuduğumuz bir sözcükten türüyor) Kral James İncili’nin (King James) bir kopyası var, hatta finalde Eli’ın bir hafız olduğunu öğreniyoruz. Mağaradaki sahnede, Eli bu İncil’i Batı’ya götürme görevini kendisine Tanrının verdiğini ima ediyor, neler yaşanacağının da kendisine ilham olarak gösterildiğini söylüyor. Tanrının Eli’ı koruduğunu düşünmemizi sağlayan bazı sahneler de mevcut. Kurşun işlememesi, ölmemesi efsunlu olduğu söylentisini doğuruyor, hatta Eli yakın mesafeden vurulduğu anda göklerde bir şimşek çaktığını görüyoruz. Tanrı görevini tamamlaması için son ana dek yanında oluyor gibi. Fakat bir şey gözden kaçıyor, buraya dikkat.

Alcatraz’daki finalde Eli görevini tamamlayıp Kral James İncili’ndeki tüm ayetleri Lombardi’ye yazdırıp, bunlar matbaada dizdirildiğinde ve ortaya kitabın matbu hâli çıktığında çok ilginç bir şey oluyor. Lombardi kitabı alıyor, devasa kütüphaneye gidiyor ve onu bir raftaki kitapların arasına yerleştiriyor. Hepsi bu. Alelade bir kitapmış gibi.

Belki bir gün daha güzel bir dünya olacak, belki ağaçlar yeniden yeşerecek ve tekrar büyük miktarlarda kâğıt üretebileceğiz, işte o zaman basacağız bu kitabı diyor film. “Şimdi zamanı değil, dünya/insanlık henüz buna hazır değil” demeye getiriyor, bence filmin bu mesaj gözden kaçırılıyor. Bu kitabın bu hâliyle Carnegie’nin elindeki Braille alfabeli Kral James İncili’nden hiçbir farkı yok. İşe yaramaz bir kâğıt parçası. Unutmayın, Tanrının kelamı bir insana ulaştığı müddetçe anlamlıdır. İnsana ulaşmayan bir ayetin kime ne yararı dokunabilir? Öykü İncil’in çoğaltılıp rahipler vasıtasıyla (neredeyse hiçbiri okuma-yazma bilmeyen) halka ulaştırılmasını amaç edinmiyor, diğer kıymetli kitaplar gibi kültürün, medeniyetin ve geçmişin değerlerini taşıması nedeniyle arşivleniyor. Halbuki Carnegie, Tanrının kelamını halka yaymaktan bahsediyordu. İnsanların kalbine/ruhuna dokunacak sözlerle Hristiyan medeniyetini yeniden inşa etmekti gayesi. İşte bu noktada Eli ile Carnegie’nin en önemli farkının altını çizmemiz gerekiyor.

blank

Carnegie dini maddi amaçlar uğruna yeşertmek gayesi taşıyor. Nihai amacı, gücü ele geçirmek ve elde tutmak. Film kötü insanların elinde dinin süratle bir yıkım aracına dönüşebileceğini defalarca vurguluyor, hem “son savaşın” onun yüzünden çıktığını vurgulayarak hem de kitabı tüm dünyaya (yeniden) duyurmak isteyen Carnegie’nin aslında ne menem bir canavar olduğunu göstererek. Halbuki, Carnegie’nin aksine Eli iman sahibi bir insan (filmin son cümlesi “İmanımı korudum” olur), bir dava adamı. Yıllardır bedel ödemiş, vücudu yara berelerle dolu bir mücadele adamı bu. Eli’ın Tanrının varlığına, birliğine ve kelamına sarsılmaz bir inancı var. Mecbur kalmadıkça kavgaya karışmayan, sonuna dek çatışmadan kaçınan, nefsine hâkim, elindeki kedi etini fareyle, yemeğini başka bir insanla bölüşecek kadar gönlü geniş, nazik bir Mesih figürüdür. Bir derviş gibi yaşayan Eli’a göre, dinin amacı yine dinin kendisidir, dünyevi bir amaç gütmesi söz konusu olamaz. Ama bu noktada felsefede sıkça tartışılan meşhur bir sorun ortaya çıkıyor. William Friedkin’in Fritz Lang röportajına geçip bağlayayım.

Friedkin 1975 yılında kariyerinin zirvesindeyken hayranı olduğu Alman yönetmen Fritz Lang’la bir röportaj yapma fırsatı yakalar. Röportajın bir yerinde Lang, Amerika Birleşik Devletleri’nde din dersinin kaldırılacağını duyduğunu söyler ve Friedkin’e ilginç bir soru yöneltir: Din dersini kaldırırsanız etiği nasıl inşa edeceksiniz? Lang inançlı biri olmadığını özellikle vurgular ama din olmadan etik kurallar oluşturmanın zorluğuna dikkat çeker.

The Book of Eli filmindeki ABD, etik değerlerin olmadığı (hırsızlık, soygun ve yamyamlık yaygın), kimsenin kimseye güvenmediği bir coğrafya olarak resmedilir, kurallar silahlı kuvvet tarafından belirlenir, o da sadece belirli bölgelerde. Örneğin, Carnegie’nin silahlı gücünü yitirdiğinin anlaşıldığı gün barda kaos alıp başını gider. Carnegie’yi belki de uzun yıllardır yaşamadığı ölçüde bir çaresizlik hissi sarıp sarmalamıştır, olduğu yere çöker. Dini nosyonu olan bir lider/diktatör olarak yepyeni bir medeniyet inşa etmeyi umut ederken az sonra gelecek ölümü bekler hâle gelmiştir.

Öte yandan, bilime ve inanca alan tanıyan ve Alcatraz Adası’nda tohumları atılan yeni medeniyet projesi de silahlı bir güçle ayaktadır. Film bunu özel olarak vurgular. Alcatraz’dakiler hümanist değildir, dönemin çetin koşullarının bilincinde olan rasyonel bir topluluktur. Kendilerini güvenlik amacıyla izole etmişlerdir, kapalı bir kutudurlar, elini kolunu sallayan o topluluğa katılamaz. İbre Eli’dan yana olsa da film hiçbir anında kurtuluşa giden yegâne yolun dinden geçtiğini söylemez, artı ve eksileriyle dengeli bir anlatıyı tercih eder.

Tanrının Kitabı (The Book of Eli, 2010) ilginç hikâyesi, etkileyici görüntü çalışması ve heyecan verici aksiyon sahneleriyle öne çıkan başarılı bir yapım. Denzel Washington ve Gary Oldman çok iyi oynamışlar ama yan rollerde parlayan bazı isimlere dikkat çekmek istiyorum. Redridge rolünde Ray Stevenson ve George rolünde Michael Gambon kısa ekran sürelerine rağmen bir harika. Jennifer Beals (Claudia) ve mühendis/tamirci rolündeki Tom Waits de üzerlerine düşeni yapıyorlar, tek sırıtan Solara rolündeki Mila Kunis, ama o kadarcık olur. İyi seyirler…

blank

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

1 Comment Bir yanıt yazın

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Children of Men / Son Umut (2006)

2006'nın en önemli bilim kurgu filmi Children of Men, ilerleyen
blank

Star Trek (2009)

Star Trek (2009): Eleştirilecek ufak tefek yönleri olsa da, taze