1959 doğumlu yönetmen Frank Darabont’un bugüne kadar sadece dört uzun metraj çekmiş olması sinemaseverler açısından çok üzücü. Şu harika filmografisine bakın: Esaretin Bedeli (The Shawshank Redemption, 1994), Yeşil Yol (The Green Mile, 1999), Majestic (2001) ve Öldüren Sis (The Mist, 2007). Yönettiği TV filmi de kalburüstüdür: Buried Alive (1990). Bu kadar yetenekli, bu denli vizyoner bir ismin sinema perdelerini bırakıp sadece dizilere (The Walking Dead, Mob City vs.) yönelmiş olması büyük kayıp. Şimdilik son filmi muazzam bir Stephen King uyarlaması olan Öldüren Sis (The Mist, 2007).

***Yazının bundan sonrası diğer tüm yazılarım gibi sürprizbozan (spoiler) içermektedir***

Yıllar önce Öldüren Sis’i uyarlandığı Stephen King novellasını okumadan seyretmiş, insanın boğazına yumruk gibi oturan finali yüzünden uzunca bir süre etkisinden çıkamamıştım (kitabın finali romandan farklı). Çünkü tüm koşullar akıl süzgecinden geçirilip değerlendirildiğinde, “çocuğuna hayatının en büyük sözünü” vermiş olan David Drayton’ın yapmak durumunda kaldığı korkunç şey filmi izleyen herkese o anda makul gelir, bana da öyle gelmişti. Ama birkaç saniye sonra yaşanan şey aklımı başımdan aldı. Frank Darabont, Stephen King’in bilinmez diyarlardan gelmiş korkunç canavarların cirit attığı sisler altındaki bir coğrafyada yine de “umut” (hope) sözcüğüyle bitirdiği öyküsüne olabilecek en karamsar, en depresif finallerden birini layık görmüştü. Bu öyle bir finaldi ki Stephen King bile hayranlığını gizleyemeyecekti.

blank

Tabii bu korku filmi sadece şok edici final sahnesi yüzünden kıymetli değil, Öldüren Sis’in hikâyesinde Darabont’u 11 sezon sürecek olan The Walking Dead macerasına hazırlayan bir nüve saklı; o da korku (daha çok ölüm korkusu), kaygı, tehdit ve baskı altındaki insanların neler yapabileceğine dair olasılıkların sınırsız oluşu. Öldüren Sis, tiplemelerini kısa sürede karaktere dönüştürebildiği için dramatik açıdan güçlü bir çatı kuruyor. Bu filmde herhangi bir tehlike/tehdit anında olası insan davranışlarını temsil eden çok sayıda karakter mevcut ve temel dramatik çatışma aslında canavarlarla insanlar arasında yaşanmıyor, aksine, Öldüren Sis içimizdeki canavarların ortaya çıkışına odaklanıyor. “Hayatta kalma” gibi primordiyal/ilksel güdülerin ya da “itikat” (inanma duygusu) gibi şeylerin sınırlarını analiz eden, insanın insanla savaşını anlatan, insanın içindeki/kalbindeki o karanlık yöne dikkat çeken bir öykü bu. Filmi asıl kıymetli kılan şey, kanımca bu. Bu bağlamda, filmin 72-73. dakikalarında David, Amanda, Dan ve Ollie’nin aralarında yaptıkları konuşma kritik bir önemi haiz. Diyaloğu aynen paylaşıyorum:

David: Buradan defolup gitmek için başka bir sebep daha lazım mı? Sana en iyisini söyleyeyim. Bayan Carmody. Kasabanın tarikat lideri. İnsanlar kendilerini öldürmeden önce buradan gitmek istiyorum ben.
Ollie: David haklı. İnsanlar gerilmeye başladıkça, gözlerine daha iyi görünecek.
Amanda: Hayır, buna inanmıyorum. Kadının deli olduğu ortada. Bak, belki birkaç kişiyi etkiler, ama…
David: Hayır, ben dört kişi saydım. Şu anda onlara vaaz veriyor. Öğlene doğru dört kişiyi daha ayartacak. Yarın akşama doğru, o şeyler geri geldiğinde, yanında resmen cemaati olacak, işte o zaman işleri yoluna koymak için kimi kurban etmek isteyeceği hakkında endişelenebiliriz. Hmm? Seni mi Amanda? Ya da benim oğlumu?
Dan: Haklı.
Amanda: İnsanoğluna pek inancın yok, değil mi?
Dan: Hem de hiç yok.
Amanda: Bunu kabul edemem. İnsanlar aslında iyidir, naziktir. Tanrım, David, biz uygar bir toplumuz.
David: Elbette, makineler çalıştığı ve 911’i arayabildiğin sürece. Ama bunları ellerinden alır, insanları karanlıkta bırakırsan, ödlerini koparırsan, kural falan tanımazlar. O zaman ne kadar ilkel olabileceklerini görürsün.
Dan: İnsanları yeterince korkutursan onlara her şeyi yaptırabilirsin. Her kim onlara çözüm ya da benzer bir şey sunarsa ona yaklaşacaklardır.
Amanda: Ollie, lütfen, yardım et bana.
Ollie: Keşke yapabilseydim. Tür olarak temelimizde delilik var. İkiden fazlamızı aynı odaya koy, hemen taraf seçer ve diğerlerini öldürmek için sebep düşünmeye başlarız. Politika ve din nereden çıktı sanıyorsun?

blank

Bu konuşmanın belirli bölümleri Stephen King’in kitabında var ama bu denli derli toplu değil. Mesela, makineler durduğunda, mevcut teknoloji ve din ihtiyaçları karşılayamaz hâle geldiğinde (başarısızlığa uğradığında) neler yaşanabileceği, casus romanları yazarak geçimini sağlayan Gault diye birine yapılan atıfla dolaylı aktarılıyor. Kitapta cemaati 8 kişiye çıkan Bayan Carmody’nin yakında bir tehdit oluşturacağına dair tahminler var. Kitabın artısı, antikacı dükkânı sahibi olan köktendinci Bayan Carmody’ye dair detayların ürperticiliği (postu doldurulmuş hayvanlar satıyor, kocakarı ilaçları hazırlıyor vs.). Kitapta Bayan Carmody’nin ezoterik tarafı (başucu eserinin Vahiyler Kitabı/Book of Revelation olmasına şaşmamalı) ve belagati kalın çizgilerle çizilmiş, bu nedenle onun nasıl olup da birdenbire marketteki en kalabalık grubun doğal lideri hâline geldiğini anlayabiliyorsunuz, film bu konuda biraz zayıf kalıyor. Söz açılmışken bahsetmemek olmaz, Öldüren Sis’teki açık ara en iyi oyuncu performansı Bayan Carmody’yi canlandıran Marcia Gay Harden’a ait, oynadığı her sahnede hipnotize edici bir performans ortaya koyuyor. Favorim, kırkıncı dakikada Tanrı’yla konuştuğu sahne. Bu sahnede ondaki inancın dipsizliği ortaya çıkıyor, göz yaşları içinde bir yakarış seyrediyoruz. 42. dakikadaki hitabetinden itibaren süpermarkette yeni bir güç (ve tehlike/tehdit) merkezi hâline geliyor, filmdeki son sahnesine kadar devam ediyor.

Peki, Öldüren Sis’i bir korku filmi olarak değerlendirdiğimizde elimizde neler var? Bu yazı için Öldüren Sis’i tekrar seyredip temposuna dair notlar çıkardım, bence ritmi hayli yüksek bir film. Film çevreye ağır hasar veren şiddetli bir fırtınayla başlıyor. Bir müddet ana karakterlerinden bazılarını yapılandırıyor, 12. dakikadan “sisin içinde bir şey” olduğuna dair uyarıyı alıyoruz. Dan yüzü kanlı bir şekilde markete koşarak girip herkesi uyarıyor. John Lee adındaki arkadaşını sisteki bir şeyin çekip aldığını öğreniyoruz. Hemen ardından deprem benzeri bir şey yaşanıyor (dakika 13).

Depodaki dokunaç saldırısı sonucu süpermarket çırağı Norm’un ölümü 21. dakikada. Bayan Carmody’nin dini bir lider olarak yükselişi ve insanları kurtuluşa çağırışı 42. dakikada. Bu noktadan itibaren artan şiddetle beraber süpermarkette birbiriyle hoşlaşmayan üç ayrı grup lideri olduğunu söyleyebiliriz. 51. dakikada liderliğini Brent Norton yaptığı üçüncü grup süpermarketten çıkıp kasaba meydanına doğru gidiyorlar, bir daha onlardan haber alınamıyor. Kamyonete tüfek almaya giden adamın canavarlar kapıyor, beline bağlı ip çekildiğinde sadece gövdesinin belden aşağısı geliyor. Gitmelerine engel olmaya çalışan Bayan Carmody’nin bu noktadan itibaren biraz daha dikkat çektiğini söyleyebiliriz. 57. dakikada büyük sinekler süpermarketin ön cephesindeki camlara konmaya başlıyor, ardından bu sineklerle beslenen daha büyük uçucular sökün ediyor. 5 dakika boyunca dehşeti yaşıyoruz. Ölen, ağır yaralanan, travma geçiren… Korkunç bir sahne. Bu saldırıda dev sineklerden biri Bayan Carmody’nin üstüne konmuş olmasına rağmen ona teslimiyetçi bir tavır sergileyen kadına saldırmamayı seçiyor, bu olaydan sonra Carmody ne derse inanan müritler edinmeye başlıyor ve film bariz bir şekilde iç ve dış tehdit şeklinde iki hikâye aksına kavuşuyor. Gerisini anlatmaya gerek yok, dev örümcekler, Peygamber devesini andıran devasa yaratık derken finale kadar cinayetler (bir yaratık tarafından canlı canlı yenme, kurban olarak canavarlara sunulma vs.) ve intiharlar birbirini izliyor. Bana kalırsa film en etkileyici mesajını, Er Jessup’ın başına gelenlerin olduğu sahnede veriyor: “İnsan türü zorlu koşullar altında dayanışma, yardımlaşma, karşılıklı anlayış ve diyalog gibi medeni davranışları anında terk edip, hiç düşünmeden korkunç işlere imza atabilir.” Sanırım Frank Darabont’u uzun soluklu The Walking Dead macerasına sürükleyen de bu fikirdi.

blank

Frank Darabont’un Öldüren Sis’inin (The Mist, 2007) finalinin Stephen King’in kitabındaki finalden çok önemli bir farkı daha var, bunu anmadan yazımı noktalamak istemedim. King novellanın sonlarına doğru anlatıcısına, babasının nefret ettiği türden ucu açık hikâyelere “Alfred Hitchcock’vari son” (Alfred Hitchcock ending) dediğini söylettirir ve ilginç bir şekilde, kitabı ucu açık bitirir. David, oğlu ve yanındakilerin kurtulup kurtulmadığını asla bilemeyiz. Darabont çok daha cüretkâr iki hamle yapar, birincisi meşhur cinayet sahnesi ve hemen ardından gelen askerî/resmî yardım. Böylece King’in orduya kustuğu nefret, filmin finalindeki ters manyelle “Yine de dağıttıklarını toparlıyorlar” gibisinden bir müesses nizam yanlısı görüşü alan açar. Çok önemli bir fark, çünkü Darabont -King’in aksine- umudu yeşertenin resmî otorite (askerî müdahale) olduğunu söylüyor.

Frank Darabont’un pek kimsenin dikkat etmediği ikinci küçük hamlesiyse birkaç saniyelik bir görüntüden ibarettir. İlk başta süpermarketteki herkesten ağlayarak âdeta yardım dilenen, tek bir kişi bile el uzatmayınca (herkese bela okuyup) çocuklarını kurtarmak için sise doğru tek başına yürüyen kısa saçlı bekâr anne çocuklarına ulaşıp onları kurtarmıştır. King’in “zinayla” (benim değil, yazarın ifadesi: “adultery”) yeniden kurduğu çekirdek aileyi, Darabont azim, cesaret ve kararlılık sonucu/neticesinde inşa etmiştir. “Ahlaksızlığa” karşı “erdem”, çok ama çok farklı analizlere imkân taşıyan bir buluş.

Stephen King’in dilimize Sis adıyla çevrilen novellasından (ki bu eserin Half-Life, Silent Hill gibi çok sayıda önemli oyunun bir numaralı esin kaynağı olduğunu belirtelim) Frank Darabont’un uyarlayıp yönettiği Öldüren Sis (The Mist, 2007), şahsi kanaatimce gelmiş geçmiş en iyi ve en yaratıcı King uyarlamalarından biri. Thomas Jane, Andre Braugher, Laurie Holden, Toby Jones, Sam Witwer ve Jeffrey DeMunn çok iyi oynamışlar, ama Marcia Gay Harden kariyerinin en iyi performanslarından birini veriyor, tek kelimeyle olağanüstü. Dramatik çatısı güçlü, feci ölümlerle bezeli birinci sınıf bir korku filmi izlemek isteyen kaçırmasın. İyi seyirler…

blank

KAYNAKLAR

  • King, Stephen. SİS, 2013, çev: Gönül Suveren, Altın Kitaplar: Türkiye.
  • King, Stephen. THE MIST, 2017, Scribner: ABD.
  • imdb.com/title/tt0884328
blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Extraterrestrial (2014)

Extraterrestrial, ne tam anlamıyla bir teen slasher, ne bilimkurgu, ne
blank

Şiddet Sinemasında Liberal Fantezi: The Forever Purge (2021)

Tür sineması ucuza çıkan ve seyircide karşılık bulan fikirleri kemiğinden