Fazla şımarık ve kişisel bir giriş yapmam gerekirse; The Rover, yılın en çok beklediğim sinemasal hadiselerinden biriydi diyebilirim! Ser verip sır vermeyen ilk teaserının yayınlandığı günden, sinema salonuna ayak bastığım o dakikalara kadar; uzun zamandan beri hiçbir filmi böylesine tarifsiz bir merakla beklememiştim sanırım! Sadece bir “kıyamet sonrası müptelası” olmamla açıklayamayacağım bu merakın bir diğer –ve tabi en önemli- sebebi; türe dair niteliklerini halı altına süpürüp, karşımıza çıkabilecek en basit öyküyü, en çarpıcı biçimde anlatabilme potansiyeline sahip olmasıydı!

14400663425_048fc2e7c0_zYönetmen, senarist ve oyuncu olarak on parmağına on marifet dolamış olan David Michod neredeyse bütün bu dallardaki birikimini dengeli bir biçimde perdeye aktarma atölyesi düzenlemiş The Rover sayesinde! Animal Kingdom ile suç dünyasına neredeyse varoluşçu bir bakış açısıyla yaklaşan Michod; Hesher ile de oldukça farklı tandanstan bir sistem başkaldırısı anlatarak, kaleminin gücünü cümle aleme kanıtlamıştı.

Michod, son sinemasal mahsulü The Rover’da, mikro ölçüde anlattığı post apokaliptik öyküyü, çok stratejik noktalara yerleştirdiği yemlerle besleyip büyüterek, nihayetinde besin değeri oldukça yüksek bir yol filmi çıkarıyor ortaya! Son yıllarda Blue Ruin, Enemy ya da Locke gibi yapımlarda karşımıza çıkan oldukça ekonomik anlatımın bir başka varyasyonuyla, perdeye taşınabilecek en çarpıcı atmosferlerden birinin makyajını yapıyor. Sadece filmin başında karşımıza çıkan “Felaketten 10 yıl sonra” ön bilgisi dışında neredeyse hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir coğrafyanın kucağına atıyor bizleri ve öykü evrenindeki her adımında izleyiciyi bu tekinsiz dünyanın içerisine biraz daha çekiyor!

Henüz girizgahta, öykünün iki tarafını oyuna dahil eden Michod; bir tarafa kötü giden bir çatışmadan sağ çıkmayı başarmış olan David, Field ve Armer üçlüsünü, diğer tarafa da hemen hemen her şeyini yitirmiş olan Eric’i konuşlandırıyor. Üçlünün, kendi arabalarının pertini çıkardıktan sonra Eric’in arabasını alıp kaçmasıyla birlikte de; Avustralya’nın çorak kırsallarında hem bu balataları yanmış karakterler hem de izleyiciyi sarmalayan post apokaliptik dünyanın nitelikleri (ya da niteliksizlikleri) hakkında pek çok şey öğreneceğimiz bir yolculuğa çıkıyoruz! Son olarak vukuatlı üçlünün geride bıraktığı aklı kıt küçük kardeş Rey’in de oyuna dahil olmasıyla birlikte ekibin rüya takımı da tamamlanmış oluyor!

14062225258_05008e3318_z

The Rover her anlamda kirli ve çekici bir görsel altyapıya sahip! Hatta John Hillcoat’ın türünün en iyilerinden biri olarak gönül rahatlığıyla anabileceğim The Road filminden bu yana bu kadar kasvetli tonlara ev sahipliği yapan bir kıyamet sonrası deneyimi yaşamadığımızı iddia edebilirim! Natasha Braier’in, sinema salonundaki izleyicinin ağzını susuzluktan kurutan leziz mi leziz görsel işçiliği, yönetmen Michod’un, filmi konumlandırdığı coğrafyayı nasıl kullanması gerektiğini bilmesi ve tabi Jemma Burns’un, yer yer insanın nefes almasını bile zorlaştıracak, rahatsız edici müzikal tercihleri filmin atmosferini başarılı bir biçimde semirtmiş!

Son yıllarda, birbirinden farklı karakterlere bürünse de, yakın dönemde yine Hillcoat’ın Lawless filminde ete kemiğe büründürdüğü, ağır psikopatlar listesine üst sıralardan aday olabilecek Charlie Rakes dışında tam anlamıyla tatmin edici bir performans yakalayamayan Guy Pearce; her şeyini yitirmiş hırpanilik abidesi Eric suretinde, suskun, tekinsiz ve abartısız bir biçimde perdedeki en sağlam performanslarından birine imza atmış! Twilight serisindeki imajını geride bırakmak için her fırsatı değerlendirmesine rağmen bu zamana kadar şansı pek de yaver gitmeyen Robert Pattinson’un, en büyük sınavını da burada verdiğini söylemek hiç de yanlış değil! Michod ve Pattinson iş birliğinin bu zamana kadar yapılmış en doğru ortaklıklardan biri olduğu alenen ortada!

14492073296_6982cdac06_z

Son tahlilde, son dönem kıyamet sonrası filmlerinin bile fiyakalı bir biçimde neredeyse sterilize ve plastik görsellerle pazarlandığı bir dönemde, The Rover’ın kirli, isli, tozlu, paslı ve takı takır takırdayan pasaklı atmosferi; türün meraklılarını kısa sürede kendine çekecektir ona şüphemiz yok! Diğer yandan ağır ve sindire sindire ilerleyen tüm öykü evrenini, sadece “kendi arabasının peşine düşen, beyni sıcaktan pişmiş Eric” üzerinden yavaş yavaş açması da filmi emsallerinden ayırmaya yetiyor. Varoluşçuluk girdabına dalarken kendini kaybetmeyen, izleyiciye ders niteliğinde ayarlar vererek sevimsizleşmeyen, şiddet senfonisini abartmadan da insanı dehşete düşürebilen, ağızlara kum tadında doluşan bir şiir diyebiliriz The Rover için!

En kısa tabirle karşımızda, post apokaliptik niteliklerini ikinci plana atan bir takip / yol filmi duruyor. Tabi kıyamet sonrası atmosferinin vurucu nitelikleri konusunda bonkör davranmaktan çekinmeyen bir film The Rover!

blank

Fatih Yürür

İlk sinema deneyimi, bir Stephen King uyarlaması olan “Geri Döndüler” olmuştur. Yazmaya başladığı dönem ise aslen lise yıllarıdır. Saçma sapan korku hikayeleri kaleme almaktadır ve asıl amacı bir gün bunları görselleştirebilmektir. Çeşitli platformlarda oyun incelemeleri ve film eleştirileri yazar. Yaratmış olduğu RüyadaM adında bir animasyon ve çizgi hikaye karakteri bulunmaktadır.

1 Comment

  1. Türün kesinlikle meraklısıyım ama kıyameti getiren felaket hakkında bir şeyler anlatılmıyorsa nasıl heyecan getirebilir. Beni en çok heyecanlandıran kısım orası ama adamlar açıklamamış mı şimdi?

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Pieta / Acı (2012)

Pieta / Acı (2012) Ki-duk Kim sinemasına alışık olanlar için
blank

John Carpenter’s Vampires (1998)

Vampires, Carpenter'ın en iyisi değil, hatta yönetmenin filmografisinde baya aşağılarda