The Taking of Pelham One Two Three / Korkunç Soygun (1974)

5 Haziran 2024

Sinema tarihinin en çok bilinen ve en özgün soygun filmlerinden biri, John Godey’in aynı adlı romanından uyarlanan The Taking of Pelham One Two Three (Korkunç Soygun, 1974) olsa gerek. Aslında filmin gişe geliri ahım şahım değildi, hiçbir ödül kazanamadı (birkaç adaylıkla yetindi), eleştirmenler nezdinde büyük bir saygınlık elde edemedi. Film, anlatısındaki akıcılık (olağanüstü bir montaj), başrol oyuncularının inandırıcı performansı ve zamanla ikonik hâle gelen çok sayıda detaya (jest, mimik, karakter, replik vs.) sahip olmasıyla ön plana çıkmıştır. Yoksa senaryosunda türlü zaaflar ve çok sayıda mantıksızlık vardır. Ama film kült statüsüne erişti. Bunun bir müsebbibi Quentin Tarantino’dur. Tarantino, Rezervuar Köpekleri’nde (Reservoir Dogs) silahlı soygunculara takma ad olarak renk ismi verme fikrini Korkunç Soygun’dan almıştı, yıllarca bu çok sevdiği filmin reklamını yaptı. Ama önemli bir yönetmenin eski bir filmi övmesi, onu tek başına geniş kitlelere sevdiremez. Halbuki öyle oldu, zaman için bu filme duyulan saygı ve sevgi arttı. 1974’te çekilen filmin öyle bir cazibesi vardı ki bir izleyen bir daha onu unutamıyordu. Neydi bu filmi ilgiye mazhar kılan?

Korkunç Soygun’un hem Edward James Olmos ve Vincent D’Onofrio’lu (1998) hem de Denzel Washington ve John Travolta’lı (2009) birer yeniden çevrimi yapıldı. Ki bu filmler romandan ziyade ilk filmin inşa ettiği bir mantık üzerine kuruludur. Bu yazıda üçünü de seyretme fırsatı yakaladığım uyarlamaları kıyaslamayacağım, romanla ’74 tarihli filmi de kıyaslayamayacağım ve filmi kendi içinde değerlendirmekle yetineceğim, onlar başka bir yazının konusu olsun.

blank

Bence Korkunç Soygun’un en büyük artısı, durmakta olan bir treni anlatan öyküsünü sanki hız treninde bir kovalamaca çekiyormuşçasına tasarlanmış bir kurguyla sunmasında yatıyor. Evet, fikir özgün: Ağır silahlarla donanmış 4 soyguncu bir New York metro/yeraltı trenini kaçırıp 17 kişiyi rehin alıyorlar. Rehinelerin serbest kalabilmesi için de 1 milyon dolar talep ediyorlar. O zaman herkesin aklına aynı soru geliyor: Fidyeyi almış olsalar dahi metrodan nasıl kaçacaklar? Bu sorunun cevabını filmin son dakikalarına kadar öğrenemiyoruz. O yüzden aslında karşımızda bir durum draması var, bir pazarlık/arabuluculuk öyküsü. Tabii filmi yapanlar bu durağanlığı aşmanın çeşitli yöntemlerini bulmuşlar.

Peter Stone yer yer sarkan romandan öyle sürükleyici bir senaryo çıkarmış ki hayran olmamak elde değil. Öncelikle öykü zaman kısıtı altında ilerliyor. Belirli müddetler dolmadan talepler yerine getirilmediği takdirde rehineler infaz edilecek. Tükenmekte olan vakit, yetkililerin tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi duruyor. Kurgu farklı mekânlardaki olaylar arasında süratle mekik dokuyor. Çoğu zaman aşağı yukarı aynı anda farklı mekânlarda yaşananları seyrediyoruz. Bunlar arasında ya hiç zaman farkı yok ya da çok az var ve hadiseler peş peşe (bir-iki saniye arayla) cereyan ediyorlar.

Peter Stone durağanlığı aşmak için çok sayıda çatışma alanı inşa etmiş. Kaçırılan insanlarla soyguncular arasında, soyguncularla metro yetkilileri arasında, halkla yerel yönetim arasında, kolluk kuvvetleriyle soyguncular arasında sürekli çatışma hâlindeler. Hatta güvenlik kuvvetleri kendi arasında, metro yetkilileri kendi arasında, soyguncular kendi aralarında çatışma hâlindeler. Filme genel bir gerginlik hâli hâkim. Buna bir de kadın düşmanlığı ve ırkçılık öğeleri eklenince “Acaba birazdan ne olacak?” diye tırnaklarınızı yiyorsunuz. Bu gibi ânlarda imdada, ufak tefek şakalar ve komik olaylar giriyor, gerginliğinizi alıyor. Sonra birdenbire tansiyon tekrar yükseliveriyor. Tansiyonun yükseldiği ânlarda şiddet patlamaları görüyoruz. Tehdit edilen, dövülen, infaz edilen rehineler… Birbirini tehdit eden yetkililer, suçlular… Kırılan kalpler, dökülen kanlar… Filmi istim üstünde izliyorsunuz.

blank

Korkunç Soygun’un bir diğer kozu, oyuncu kadrosu. Eşine az rastlanır bir uyum var oyuncular arasında, sadece treni kaçıran 4 kişi ya da güvenlik güçleri değil ya da rehineler değil, neredeyse tüm oyuncular rolüne cuk oturmuş. Bir tek Belediye Başkanı’nı oynayan Lee Wallace’ı tutmadım, abartılı oynamış, onun dışında herkes dört dörtlük. Robert Shaw (Bay Mavi), Hector Elizondo (Bay Gri), Martin Balsam (Bay Yeşil) ve Earl Hindman (Bay Kahverengi) hatasız oynuyorlar, bilhassa Shaw ve Elizondo muhteşemler. Toplu Taşıma Polisi Walter Matthau (Teğmen Garber) jest ve mimikleriyle (filmin son karesi unutulmaz) rolüne büyük bir inandırıcılık katıyor. Büyük oynamıyor, sade ama emin adımlarla karakterini büyütüyor. Bencil, geveze ve patavatsız karakterleri canlandıran Dick O’Neill (Correll) ve Tom Pedi (Grand Central Kulesi Amiri Caz Dolowicz) çok başarılı, gerilimi yükseltmekte üstlerine yok. Rehinelerden inisiyatif kullanıp kahramanlık yapmaya çalışan yok, genelde bu tip filmlerin en büyük hatası budur. Hiçbir vasfı olmayan sıradan birisi hiçbir inandırıcılığı olmayan şekilde bir kahramanlığa soyunur. Burada rehinelerin arasındaki gizli polis bile lüzumsuz bir eylemde bulunmuyor, doğru ânı kolluyor. Teğmen Rico Patrone rolündeki Jerry Stiller, Devriye Polisi James rolündeki Nathan Jones, Julius Harris, Kenneth McMillan, herkes ölçülü bir performans sergiliyor.

Bu filmi incelerken görüntü yönetmeni Owen Roizman’ın sinematografisine değinmeden geçmek haksızlık olur. Hatta derler ki “1970’lerin başında New York nasıldı?” diye soran olursa, ona sadece iki filmi seyretmesini söyleyin: Korkunç Soygun ile Taksi Şoförü (Taxi Driver). New York’un o tarihteki olumsuz yanlarını peliküle yansıtmaktan çekinmeyen Roizman, özellikle konuşmanın olmadığı ânlarda mekânı hikâyeyle bütünleştirmeyi başarıyor, açılış sahnesi bunun mükemmel bir örneği. Roizman dar alanda -özellikle metroda ve trenin içinde- klostrofobiyi artıran bir çekim tarzı kullanırken geniş alanlarda (mesela, fidyenin istasyona yetiştirilmeye çalışıldığı sahne) alabildiğine özgür davranarak bir kontrast yakalıyor. Suçun cereyan ettiği iç mekânlar daha soluk resmedilmiş, diğer mekânlar ise daha ziyade açık renklerle kuşatılmış, daha ferah bir hava veriyor. Genelde trendeki mizansenler, suçluların perdeye hâkim olacağı şekilde hazırlanmış, kamera ya yerdedir ya da suçlunun omzundan aşağıda bir yerde konumlanmıştır. Objektif, gerginlik ânlarında suçluya aşağıdan bir bakış atar.

blank

Joseph Sargent fidyecilerin yakın planlarla alınmasını tercih etmiş, metro dışındaki sahnelerde bunu hemen hemen hiç görmüyoruz. Bay Mavi’nin rehineleri serbest bırakmak için yerine getirilmesi gereken talepleri ilettiği sahneyi ele alalım. Kamera büyük bir soğukkanlılıkla taleplerini sıralayan Bay Mavi’ye (Robert Shaw) yaklaşır. Sesi bir makine kaydını andırır: Ölçülü, ritmik ve donuk. Kamera bir kez daha yakınlaşır. Yüzünde hiçbir heyecan belirtisi yoktur. Tehditlerini savurur. Sanki bunu bin yıldır yapıyor gibidir, kamera Bay Mavi’nin özgüveni, kararlılığı ve gözü karalığı konusunda sizi ikna etme işlevi taşır. En civcivli ânlarda istifini bozmadan bulmaca çözmesini normal karşılarsınız, Bay Gri haddini aştığında biletini kesmesine şaşırmazsınız. Zamanında Afrika’da tabur komutanı olarak paralı askerlik yapmış bir albay olduğu ortaya çıktığında, çok daha önceki bir sahnede öne sürdüğü “çok daha basit şeyler uğruna kurşuna dizdirme emri verdiği” iddiasının gerçek olduğuna dair en ufak şüpheniz kalmaz. Bay Mavi istediğini almaya odaklanmış bir yırtıcı gibidir, bu uğurda gerekirse dünyayı bile yakması işten bile değildir. O yüzden kendine layık gördüğü son da sizi şaşırtmaz, “ancak bu karakterde bir adam böyle bir şeyi yapabilir” dersiniz. Sinema okullarında okutulması gereken bir “kötü adam” (villain) portresi vardır karşınızda.

Tecavüz ve silahlı soygundan hüküm giymiş Bay Gri’nin sunumu da böyle mükemmeldir. Bir sonraki kompartımana geçmeye çalışan adama yaptığı şey, Vietnam gazisi siyahi gence uyguladığı şiddet ve onun herhangi bir ahlaki değerden yoksun bir sapık olduğunu gösteren eylemleri ve replikleri bize yavaş yavaş onu tanıtır. Bir saniye sonra ne yapacağına dair hiçbir fikriniz yoktur. Silahını ateşlemeye başladığında şaşırmazsınız, Bay Mavi’yle sürtüşme yaşadığına şaşırmazsınız, makineli tüfeğini vermemesi dahi sizi şaşırtmaz. Film bitmeden önce niye onun mafyadan atılmayı başarmış bir psikopat olduğu ortaya çıkar.

Korkunç Soygun (The Taking of Pelham One Two Three, 1974) merak duygusunu her daim taze tutan olağanüstü kurgusu, birbirinden ilginç karakterleri ve unutulmaz oyunculuklarıyla öne çıkan kült bir klasik. Kaçırmayın. Üstelik sinema tarihinin en meşhur hapşırığı da bu filmde. Gesundheit!

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Güreşten Daha Fazlası: Dangal (2016)

Dangal, güreşi odak noktasına alan, kadın-erkek eşitsizliğine eğilen ve aksiyonu
blank

Yerli Kazandibi Avantür: Kolsuz Kahraman (1972)

Kolsuz Kahraman (1972), bir dönem küçük ucuz filmlere yönelen Yeşilçam’ın