Casino Royale (2006) yeni bir James Bond’la bizi tanıştıran en iyi “giriş filmi” olabilir. Açılışından finaline dek makine gibi tıkır tıkır işleyen bir film
Azerbaycan sinemasının tartışmasız en kült filmlerinden biri olan, Ramiz Əzizbəyli'nin yönettiği 1991 yapımı "Bəxt üzüyü", ilk bakışta tipik bir Sovyet sonrası "yazlık evi" (bağ
Hollywood’un "ısıtıp ısıtıp önümüze koyma" (remake) sevdasının son kurbanı efsanevi Running Man oldu. Arnold Schwarzenegger’in o sarı tulumuyla hafızalarımıza kazınan, döneminin en sağlam medya
Terry Gilliam’ın ilk solo atağı olan ama bizde pek bilinmeyen Jabberwocky (1977) çamur kokan bir Ortaçağ fantezisi, Monty Python gölgesinden çıkıp kendi grotesk dilini
Amerikan punk’ı konusunda birbiri ardına izlediğim bir belgesel ve bir film punk’ın doğduğu mekanlar etrafında oluşan organik ortamı oldukça iyi anlatıyor: Danny Garcia’nın Nightclubbing
Cinergi, oyuna en kötü zamanda girdi. 1980’ler bağımsız film şirketleri için bereketliydi: gişe artıyor, borsa coşuyor, risk almanın ödülü büyüktü. 1990’lara gelindiğinde ise tablo değişmişti: bütçeler şişiyor, gelirler yataylaşıyor, dev stüdyo sistemleri konsolide oluyor, bağımsız yapımcıların üzerinde görünmez bir tavan oluşuyordu.
Yeşilçam’ın seks furyasına baktığımızda, sadece müstehcenliği değil; bir toplumun modernleşme sancılarını, köyden kente göçün travmalarını, sınıfsal öfkenin mizaha ve cinselliğe bürünmüş hâlini görürüz. O
Eşkıya, popüler melodramın (sadakat/ihanet/özveri) nabzını, 90’ların neo-noir kent şiddeti ve endüstriyel ölçekte parlatılmış görsel-işitsel estetikle alaşımlar. Bu sayede Yeşilçam’ın duygusal arketipleri, çağdaş biçimle yeniden
Çiçek Abbas filmi alternatif bir etik önermez; yer değiştirmeyi ödüllendirir. Abbas başka türlü davranabilir miydi? Evet—ama bunun için filmin evrenine “yer değiştirme” yerine “kurum değiştirme”
Abuzer Kadayıf (2000) da benim nazarımda ilginç bir fikirle başlayan, umut vaat eden ama bu ilginç konuyu yeterince incelikli olarak işleyemeyen, keçiboynuzu gibi bir
Meseleye alışıldık panik başlıklarından değil, soğukkanlı bir yerden bakalım. Bana sorarsanız, Netflix’in Warner Bros.’u satın alma hamlesi bir güç gösterisi değil, bir mecburiyet. Almasa, batan tarafın kendisi olacağı çok açık. Bu, bir “büyüme” kararı değil, gecikmiş bir hayatta kalma refleksi.
Sinema tarihinin tozlu raflarını biraz karıştırırsanız, Cameron'ın asıl ilham kaynağının (kibarca öyle diyelim) Arthur Penn’in 1970 yapımı revizyonist western klasiği "Küçük Dev Adam" (Little Big Man) olduğunu görürsünüz.
sinema camiasının ve bazı entelektüel çevrelerin Alper Çağlar’ın fragmanına gösterdiği, bana kalırsa biraz da ezberci tepkiyi anlamlandırmaya çalışıyorum. Zihnimde beliren düşünce şu; Yeşilçam zamanlarından bu yana "köken anlatısı" ne yazık ki bir ideolojik hapishaneye tıkıldı, oradan çıkmasına da bir türlü izin verilmiyor.
HBO Max’te önüme düşen bir filmi izlerken yine o tanıdık baygınlık dalgası geldi. Festivallerde kaçmıştı, burada yakaladım diye sevinmiştim ama karşıma çıkan şey gene aynı: iyi oyuncuların elinde eriyip giden, ne duyguyu geçirebilen ne sahnenin enerjisini taşıyabilen, tuhaf biçimde körelmiş bir “okur
Dehşet Bey, biçim olarak modern, ruh olarak anımsız. Murat Menteş’in edebi mizahını ve Kutlukhan Perker’in grafik zekâsını sinemaya çevirmeye çalışan film, “Türk John Wick’i”
Daha birkaç yıl önce hepimiz aynı şeyi söylüyorduk: “Televizyon öldü.” Meğer öldü sanılan şey aslında sadece biçim değiştirmiş. Netflix, Prime Video, Max, Disney+ hepsi
Bir zamanlar televizyonun mezarını kazanlar, şimdi onun ruhunu platformlara çağırıyor. Ekran küçüldü, yayın akışı dağıldı, reklam araları bitti ama hikâyenin özü aynı kaldı: uzun,
Carrie muazzam bir başarı sağladığından beri Hollywood, onun eserlerini beyazperdeye uyarlıyor. İşte Stephen King uyarlaması film deyince ilk sıralara yerleşen 10 mükemmel film!
Bu yazıda James Cagney’in suç sineması (daha çok gangster filmleri) üzerindeki etkilerine odaklanmaya gayret ettik. Şimdi sizlere, onun bir suçluyu ya da kanun adamını