Buram Buram Yeşilçam: Bir Ahmet Mekin Röportajı

31 Ağustos 2016

B33HWuMIYAIsuiDYıllardan 2003. O zamanlar henüz 11 yaşında küçük bir çocuğum. Uzun yıllar sonra ailecek çıktığımız ilk tatil. Sakin ve bir o kadar da huzurlu bir yer olan Erdek’in Ocaklar beldesindeyiz. Dinlenmek için bir çay bahçesine oturduğumuzda babamı hayran hayran bir yere bakarken yakalıyorum. “Nereye bakıyorsun baba?” diye soruyorum. Şu adamı tanıdın mı diyor. Kim ki o diyorum. Selvi Boylum Al Yazmalım’ı gözünün önüne getirsene diyor. Düşünüyorum, düşünüyorum ve sonunda acaba mı diyorum. Samet’in babalığa seçtiği adam değil mi o? Babam aferin diye başımı okşuyor. Evet, doğru tahmin etmiştim. Ahmet Mekin’di o.

Öteki Sinema için söyleşen: Polat Öziş

Türk Sineması’nda 200’e yakın filmde rol almış, bir dönemin en yakışıklı jönü. Selvi Boylum Al Yazmalım filminde oynadığı Cemşit rolüyle hala hafızalardaki yerini koruyan Ahmet Mekin ile uzun yıllardır yaşadığı Erdek’in Ocaklar beldesinde konuşma fırsatı yakaladık. Yeşilçam’ın en şaşalı dönemlerinden, günümüz sinemasına kadar uzanan keyifli ve bir o kadar da samimi sohbetten biz oldukça güleç bir şekilde ayrıldık. Okurken sizin de aynı derecede keyif almanız dileğiyle. Karşınızda Yeşilçam’ın efsane isimlerinden Ahmet Mekin…

En baştan başlamak istiyorum. Hayat şartlarının oldukça zor olduğu bir dönemde, 50’li yıllarda sinemaya atıldınız. Nasıl gelişti bu süreç?

Zor bir dönemdi ama sinemada da pek insan yoktu. Sinema yapan arkadaşlarım vardı benim. Kenan Pars vardı, Sırrı Gültekin vardı yönetmen. Belgin Doruklar vardı hep bizim Bakırköy piyasasından. Münir Ağabey (Münir Özkul) falan benim muhitten ağabeyim. Şimdi ben herkese ağabey demem ama o bizim muhitten ağabeyimizdi. Onun kız kardeşi de edebiyat hocamdı benim. Bakırköy çok elit bir ortamdı o yıllarda.

Kaç yılıydı ilk filminizi çektiğinizde?

1956 yılında çektik ama 1957 yılı diye geçiyor. Sinemaya başlamamı da 56-57 arası diyebiliriz aslında.

Baktığımız zaman sinemamızın çok büyük ustalarıyla çalıştığınızı görüyoruz. Osman Seden, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Lütfü Ömer Akad… Bu isimlerle çalışmak nasıl bir duyguydu?

Ben hiç bu adamlarla çalışmak çok zordur diye düşünmedim. Çünkü ben sinemaya isteyerek girmedim. Beni sinemaya girmeye zorladılar aslında (Gülüşmeler)

Kim zorladı peki sizi?

Sinema benim aklımda hiç yoktu. Kenan Pars, Sırrı Gültekin beni hep sinema oyunculuğuna teşvik etmeye çalışıyordu ama o dönem biz Türk filmleriyle dalga geçiyorduk. Bir sinema vardı Bakırköy’de Yeni Sinema diye Türk filmi geldi mi özellikle birkaç snob arkadaş balkona çıkıp, şişe yuvarlıyorduk oradan.

IMG_4044Bir de Türk Sineması’nın geçiş dönemi olduğu zamanlardı o yıllar yanılmıyorsam?

50’li yılların başı. Lütfü Bey, Metin Erksan’ın yeni yeni çıkmaya başladığı zamanlar. Türk Sineması var fakat daha çok piyasa filmleri yapılıyor. Muharrem Gürses mesela. Onların yönetmenlik yaptığı dönemler. İki ezan, bir göbek, bir dansöz falan böyle piyasa filmleri yapıyorlar. Onun için de biz dalga geçiyoruz ve daha o döneme kadar ciddi bir Türk filmi de seyretmemiştik. İşte 50’lerin başında da asıl Türk Sineması başlıyordu. Lütfü Bey, Metin Erksan sonrasında ismi piyasada pek bilinmeyen Ziya diye birisi vardı bunlar hep komünist diye damgalandı. Filmlerini çektiler piyasadan. Metin Erksan’ın filmi dahi sansürlenmişti. Bu arada yanlış anlaşılmasın biz Türk Sineması ile dalga geçmiyorduk, yapılan filmlerle dalga geçiyorduk.

Sizin sinemaya başlamanız da tam o yıllara dayanıyor o zaman.

Tabii. Ekonomik çöküntü yaşadım o yıllarda. Bir dükkânım vardı benim, iflas ettik. Sonra parasız dolaşıyorum. Arkadaşımız olan Kenan Pars’ın dükkânına gidip geliyoruz. Benden yaklaşık 10 yaş büyüktür ama spordan iyi bir arkadaşlığımız vardı. O kürek çekerdi, ben de dümen tutardım. O yıllarda Kenan Pars’ın dükkânına filmci arkadaşları falan da devamlı geliyor. Bir gün yine oturuyoruz Kenan’la, o tezgâhının başında oturuyor, ben de karşısındayım. Dükkânın kapısından biri girdi içeri. Kenan’a bir mektup bıraktı. Sonra Kenan o mektubu okudu, benim önüme koydu. Mektupta, “Kenancığım o gördüğümüz arkadaşı filmde oynamaya ikna et, 500 lira da para gönderiyoruz” yazıyordu. O dönem büyük para. Adamları ben tanımıyorum bile. Sonradan öğreniyorum, o adamlar Türkiye’nin ilk kamera ustalarından Enver Ağabeylermiş (Enver Burçkin). Müthiş bir adamdır. Her neyse Kenan Pars’ın mektubunu okuduktan sonra düşünmeye başladım. Çünkü 500 lira zaten büyük para, hele benim için o dönem daha da büyük bir para. Alayım mı, almayayım mı; şimdi bu işle dalga geçiyoruz, alsak bize yakışır mı, benim Bakırköy’deki snob arkadaşlarım benimle dalga geçer mi diye düşünüyorum. (Gülüşmeler) Baya bir düşündüm. Para orada, mektup orada, adam da hala bekliyor. “Bir kere yaparım, bir daha yapmam” dedim, aldım parayı. Kenan da adama dönüp git dedi. Adam gitti, sonra ertesi gün biz İzmir Kemalpaşa’ya film çekmeye gittik. Yolda gidiyoruz, Kenan beni uyarıyor. “Bak, sen bu işi ciddiye almıyorsun ama yapamayacaksın, heyecanlanacaksın, bir sürü şey olacak” dedi. “İlk çekilen planda senin kadar yapamazsam eğer ben bu işi yapmayacağım” dedim. Tesadüfen de ilk planda beraber başladık. İki kardeşi oynuyorduk zaten. Enver Ağabey çekiyor, kardeşi Selahattin Burçkin de yönetmen. Çektiler, bir baktılar. Harika dediler. Kenan’a döndüm. Afili bir bakış attım. Naaaber dedim. (Gülüşmeler)

Pekâlâ, sonra ne oldu? Bir kez yaparım bir daha da yapmam demiştiniz.

Bu film bittikten sonra İstanbul’a döndük. Bir sabah uyandık. Annem dışarıda iki kişinin beni beklediğini söyledi. Allah Allah dedik. Şimdi Bakırköylü olsalar muhakkak tanırız, annem de tanımıyor. Çıktım dışarı. “Biz Halk Film’den geliyoruz, sizi Fuat Bey’le (Fuat Rutkay) görüştürmek istiyoruz” dediler. Ben dedim sinema yapmayacağım, bir kere yaptım bir daha yapmayacağım. Adamlar da öyle deyince gitti tabi. Sonra arkasından Sırrı (Gültekin) geldi. Fuat Bey’le konuşmam için ikna etmeye çalıştı. Velhasıl Fuat Bey’e gittik, çok da güzel karşıladı tabii. Sonra beni arabayla Yakacık’a kaçırdılar. Baya kaçırdılar yani, ben gelmem falan dedim ama nafile. Gittik orada ikinci filmi çektik. Oradan da 1000 lira aldım. O film bitti, o film biter bitmez bir filme daha başladık, oradan da 1000 lira aldım.

Bir de bildiğim kadarıyla nakit paranın pek fazla ortalarda dolaşmadığı yıllardan bahsediyoruz.

Hayır, asıl nakit paranın tam döndüğü yıllar. Sonra 70’li yıllarda falan nakit para ortadan kayboldu. O zaman şöyle. Kaç para alacaksın 10 lira mı? Önce 3 liranı, çekimlerin ortasında diğer 3 liranı, film bitince de kalan 4 liranı veriyorlardı. Anlaşma, yazma falan yok yani her şey sözlü. Neticede o yıl 5 film yaptım ben. Hiçbir tanesi de gözükmedi he. Ama ismim bir anda görünmez adam gibi duyulmaya başladı. Çok atletik, yetenekli bir çocuk diye. 

Bakıyorum, 200’e yakın filmde rol almışsınız. Bu gerçekten harikulade bir başarı. Peki, bunlar içinde sizin için en unutulmaz olanı yahut yeri sizde en ayrı olan film hangisi?

Benim için film filmdir. İyi yapmışsam iyidir, kötü yapmışsam kötüdür. Hiç ayrım yapmadım. Hiçbir kimseyi taklit etmedim, hiçbir kimsenin etkisinde kalmadım, hiçbir kurala da uymadım. Ama yaptığım işi de son derece disiplinli ve ciddi yaptım. Ben sinemaya sevmeden başladım ama sinemanın en çok müdafi ben oldum. Çünkü Yeşilçam’ın büyüklüğünü anladım. Hala da Yeşilçam’ın o büyüklüğünü konuşuyorum. Şimdiki durumlar gibi değil bak. Türk Sineması Milli Eğitim’den fazla hizmet etti Türkiye’ye. Konuşma, sosyal hayat, derdini anlatabilmek kadar daha bir sürü faydası vardır. O yüzden film ayırmam.

Gelelim, Selvi Boylum Al Yazmalım’a. Sonuç olarak Türk Sineması’nın en büyük başyapıtlarından bir tanesi. Peki, filmin hâlâ dillerde olmasının sebebi ne? Cengiz Aytmatov’un kalemi mi? Atıf Yılmaz’ın anlatısı mı yoksa Cemşit’in masumane duruşu mu?

Şimdi onu ben şöyle anlatıyorum. Öncelikle Cengiz Aytmatov’un hikâyesi. İkinci olarak Ali Özgentürk’ün senaryoya aktarması. Üç Atıf Yılmaz. Dört çok iyi kamera ve müzik kullanımı. Beşinci ve altıncı plan olarak da oyuncu seçimi.

Selvi Boylum Al Yazmalım’ın Rus versiyonunda; Cemşit’e hayat veren oyuncu, sizi arayıp rolü sizin kadar iyi oynayamadığını iletmiş. Bu hikâyenin aslı nedir?

Rusya’dan bir ödül vermişlerdi bana ama çalıştığımdan dolayı gidememiştim. Sonra bir Sovyet konsolosu geldi. Hem aldığım ödül için kutlamak istediğini, hem de benim oynadığım rolü oynayan oyuncudan bir mektup getirdiğini söyledi. Mektupta, “Bu rolü sinema, tiyatro ve televizyonda oynadım ancak sizin kadar başarılı yorumlayamadım, sizi canı gönülden kutluyorum” yazıyordu. Benim hayatımda aldığım en büyük değerdir bu. Hatta sinema yaşamımdaki en özel andır bile diyebilirim.

IMG_4038Oynadığınız filmleri izlemediğiniz biliniyor. Bu tercihin bir sebebi var mı?

Kendimi eleştiriyorum. Sadece Selvi Boylum Al Yazmalım’ı Fransız Vakfı restore ettiği zaman 35 sene sonra seyrettim. Filmin yapımcısı Arif Keskiner aradı o zaman beni, “Ahmet gel artık, ayıp yahu” dedi. Ondan gittim ben de.

Nasıl, beğendiniz mi kendinizi?

Film baya güzel. Bir kere çok dozunda çekilmiş her şey. Abartısı yok; duygusal yönü, insanı ilişkileri hepsi dozunda yapılmış.

Selvi Boylum Al Yazmalım’ı, ülkemizde dizi de yaptılar ama ben izlerken hiç tat almamıştım siz nasıl bulmuştunuz o işi?

Tat almamak değil, olmuyor zaten. Küçücük bir hikâye o. Şimdi o kadar küçük hikâyeden bir dizi nasıl çıkar. Çıkmaz. Bak benim oynadığım Bugünün Saraylısı var, Refik Halit Karay’ın romanı. Onu da rezil etmişler. Hikâyesi o değil ki onun! 

Hazır Selvi Boylum Al Yazmalım’dan konu açılmışken şunu sormak istiyorum. Biliyorsunuz ki 1990 yılına kadar ülkemizde gişe rakamları tutulmamış. Şimdi bakıyoruz sinemamızın en çok izlenen filmi Recep İvedik olarak geçiyor. Peki, Selvi Boylum Al Yazmalım, bir Recep İvedik kadar izlenmemiş midir?

Recep İvedik’i katlamıştır. Niye? Selvi Boylum Al Yazmalım her gün televizyonlarda oynuyor mu? Oynuyor. 40 senedir oynuyor. Selvi Boylum Al Yazmalım bambaşka bir şey. Benim de, Türkan’ın (Şoray) da, Kadir’in (İnanır) de devamlılığını sağlayan filmdir. Hepimizin ilk akla gelen filmi hangisi; tabii ki Selvi Boylum Al Yazmalım. Çünkü kült bir film.

Geçenlerde internette dolaşırken, Yeşilçam oyuncularının gençlik fotoğraflarının albümüne denk geldim. Baktım herkes de paylaşıyor, özellikle sizin fotoğrafınızın altına da “Amma yakışıklı adammış” yazıyorlardı. Şu üzerinizde siyah bir kazağın olduğu, siyah beyaz fotoğraf.

O fotoğraf bende yoktu. Facebook’tan denk geldik biz de. Fotoğrafın ne zaman çekildiğini hatırlamıyorum ama bir fotoğrafçıda çekildiği belli. Bazı arkadaşlar bu Ahmet Mekin falan değil yazmış ona ama gerçekten benim.

Sizin eski filmlerinizi okul yıllarında izlerken, birkaç arkadaşım, “Ne kadar da çok Atatürk’e benziyor” yorumunu yapmıştı. Gerçekten, fiziksel olarak böyle bir benzerlik hemen göze çarpıyor. Peki, size hiç Atatürk’ü oynama teklifi geldi mi?

Aaa gelmez mi! Kavga bile ettim ama oynamadım. O zamanın bakanıyla girdik birbirimize. 1960’ların sonuydu yanlış hatırlamıyorsam. Geldiler bana. “Ben de her şey iyi hoş ama siz Atatürk filmi yapabilecek misiniz?” dedim. Çünkü Türkiye’de Kültür Bakanlıklarının bütçeleri kısıtlı o dönem. Nasıl diye sordular bana? “Siz bu filmi finanse edebilecek misiniz” dedim. Bu adamın okul dönemi var, harbiyesi var, Balkan Savaşları var, cephe savaşları var. Bütün bunlar belli teknik malzeme istiyor. Atatürk birçok cephede savaşmış. “O dönemim ruhunu siz yansıtabilecek misiniz?” diye sordum. “Siz sadece Atatürk rolünü oynayacaksınız, gerisine neden karışıyorsunuz ki!” dediler. “Siz benim istediğimi yapamayacaksanız ben de bu filmde oynamam” dedim. Sonuç olarak kavgalı bir şekilde ayrıldık, filmi de yapamadılar zaten. İkinci bir defa daha geldiler ama o baya kötü bir projeydi direk rafa kalktı zaten. Üçüncü defa da 80’li yılların başında Belçika’dan geldiler. Gece yarısı beni polis eşliğinde götürdüler. Bir de Kültür Bakanlığı’nın müsteşarı vardı yanlarında. Hayır, Belçikalılar zil zurna sarhoşlar bir de. Ben de bizim müsteşara dönüp, “Bunlar mı yapacak filmi, ne kadar tanıyorlar Atatürk’ü” dedim. “6 ay okudular Atatürk’ü” dedi. Ee o zaman ben de gideyim Napolyon’un filmini çekeyim!

Biraz da televizyonlarda gördüğümüz en ilginç işlerden birine değinmek istiyorum; Kavanozdaki Adam. Sonuçta bir beyin naklini anlatıyor. O nasıl bir işti ondan bahseder misiniz bize?

Oo bilim-kurgu. Aslında onu da en başta yapmak istemedim. Yani beyin nakli tıbben olmayacak bir şey, o yüzden istememiştim. Böyle her şeye karşı çıkarım hep. Benim oynamam konusunda da ısrarcı oldular. Sonra ben de Cerrahpaşa’dan beyin profesörü bir arkadaşıma gittim. Durumu anlattım, sence de saçma olmaz mı dedim. Doktor da dönüp, “Ahmet Ağabey, sen de her şeye kulp buluyorsun, adamlar Uzay Yolu yapıyor, onlar doğru mu? Ne güzel bilim-kurgu gelmiş, yapsana. Hem senin ameliyat sahnelerini de burada ben çekerim.” dedi. Öyle olunca yapmaya karar verdim.

IMG_4036Anladığım kadarıyla hiçbir projeyi kolay kabul etmiyorsunuz?

Evet, benim bütün işlerim hep kavga gürültüyle başlar. Lütfi Bey’le de Düğün filminde kavga ettik. Keza en çok saygı duyduğum isimlerden biridir. Onunla çalışmak çok zor bir şeydir. O çok otoriter, hiç esnek olmayan, tartışmayı kabul etmeyen bir adamdır. Ama bir şekilde biz tartıştık, sonra ne istersen yap dedi bana. Tabii bu kavgalar hep oyunculuk anlamında olan şeyler. Sonra Selvi Boylum Al Yazmalım’ı çekerken de Atıf (Yılmaz) ile birbirimizi girdik. 3 ay konuşmadık. Orada da olay şu. Ben onlardan bir hafta sonra gittim Osmaniye’ye, çekimlere. Politikayla çok yakından ilgiliydim o dönem. Gider gitmez de Atıf “Hikâyeyi okudun mu?” diye sordu. Okumadım dedim ben de. Okumamıştım da gerçekten. Hikâyeyi oku dedi. Tamam dedim. Gece yine geldiler ama ben daha çalışmamıştım. Kafam sürekli İstanbul’daki devrimci gençlerde. Atıf da sürekli geliyor okudun mu diye soruyor. En sonunda hikâyenin bir küçüğünü buldum okudum. Adamın tipi kafama oturdu. Ertesi gün çekime gittik. İlk plan Türkan’la. Şimdi Türkan’la Kadir bir hava tutturmuşlar, baya coşkulu. Ben de Türkan’a ayak uydurdum, onun heyecanıyla oynamaya başladım. Sonra Türkan, “Harika Atıf Bey, Ahmet Bey havaya girdi.” deyince orada zank diye beynime vurdu. Bu adam o adam değildi çünkü. Bu adamın iki çocuğu çığ altında kalmış, karısı ölmüş, son derece suskun ve durgun bir adam. Hiç heyecanlı bir yanı olmayan biri yani. İlk provadan sonra dümdüz oynamaya başladım, çok sakin bir şekilde. Plan bitti. Atıf geldi, “Ne yaptın ya az önce yaptığın şeyi yapmadın” dedi. Baskılı bir şekilde, siz karışmayın ben böyle oynayacağım dedim. Atıf da dönüp, “Allah kabul etsin!” dedi. Ondan sonra bütün planlar Allah kabul etsinle çekildi. Ben yapıyorum, o “Allah kabul etsin” diyor. Aramız da git gide açılmaya başladı. Çok samimi arkadaşım bir de. Ben inat ettikçe o Allah kabul etsin diyor. Ama tip şimdi o. Düşünsenize bir adam iki çocuğunu ve karısını çığ altında kaybetse nasıl olur? Son derece durgun bir adam olur.

Peki, Selvi Boylum Al Yazmalım’dan sonra Atıf Yılmaz ile olan kırgınlığınız nasıl bitti?

Olay tamamen inat yüzünden. Ben ona “Aslında hikâyeyi okudum, bu adamın böyle durgun olması gerekli” desem olay uzamayacaktı. Öyle dargın bir şekilde gitti. Sonra film bitti. İstanbul’da da akşamları sürekli karşılaşıyoruz. Ama hiç oralı olmuyoruz. Filmin montajını bitirdiği zaman hep takıldığımız lokalde denk geldik. Atıf barın başında otururken bir anda üstüme doğru gelmeye başladı. Sonra boynuma sarıldı. Sen haklıymışsın. Bu adamın böyle olması gerekiyormuş dedi. Ben de “Heh yaşa!” dedim. Öyle tatlıya bağladık.

Peki, değişime birebir şahitlik etmiş biri olarak Yeşilçam dönemi ile günümüz sinemasını nasıl karşılaştırırsınız? Sonuçta değişen bir teknoloji var ve filmlerin teknik kalitesi git gide yükseliyor. Ama bu değişime rağmen ben Yeşilçam filmlerindeki samimiyeti, günümüz filmlerinde bulamıyorum. Size de böyle geliyor mu?

Bugünün sineması çok kolay yahu. Şimdi benim yaptığım 200 filmden 150’si ticari film. Ama ciddiye aldığın bir iş bambaşka oluyor. Bir Adam Yaratmak filminin çekimleri bir iki ay daha sürseydi eğer, ben kesin tımarhanelik olurdum. Çünkü deli mi değil mi, böyle bir çizgide gidince iş zorlaşıyor. Bir çizgi tutturman lazım orada. 

Yeşilçam döneminde nitelikli bir çeşitlenme vardı. Yılmaz Güney siyasi bir film çekerken, Ertem Eğilmez güldürüsü daha bol filmler çekebiliyordu. Ama şu an baktığımız zaman bir tek tipleşme var. Ya gişe için sulu komediler ya da festivaller için kasvetli filmler yapılıyor. Bu durumun nedeni sizce nedir?

Sinema yapmak kolay bir iş değil bir kere. Ben şimdi oyunculara özellikle bunu anlatmaya çalışıyorum. Hikâyedeki adamı iyi bulun. Yani o adam nasıl bir adam onu bulmak önemli. Ben şimdi o adam olsam, bu tipimle bu fiziğimle nasıl ona dönüşürüm ona bakıyorum. İlla ki birilerini taklit etmeye çalışmıyorum. Şimdi bakıyorum, birtakım filmlerde insanlar rol kesiyor. Bir kere ona karşıyım ben. Benim oyunculuk sistemim oynamadan oynamak. O yüzden rol kesmeye gerek yok. 

gurbet_yolculari_1962__9__width600

Son dönemlerde Sinan Çetin çektiği Kağıt filminde de rol aldınız. Orada anlatılan bir sansür olayı vardı mesela. Peki, siz hiç hayatınızda bu tarz bir sansüre maruz kaldınız mı? Sonuçta siyasi duruşu belli olan birisiniz.

Çok yaşadım hem de. Benim yaptığım filmlere taktılar, Ankara’da siyasi şubeyle tartıştım. “Siz o filmi siyasi olarak yorumlayabilirsiniz ama ben o filmi siyasi olarak yorumlamıyorum!” dedim. Ben bunu kaba bir şekilde siyasi olarak yapsaydım, milletin sol ellerini havaya kaldırır, yürüyün Moskova’ya, yaşasın komünizm diye bağırtırdım.

Hangi filmdi bu adını hatırlıyor musunuz?

Avantür türü bir filmdi yahu.

Kendi özelimde, bana sinemayı sevdiren, en çok değer verdiğim yönetmenlerden biri olan Atıf Yılmaz nasıl bir yönetmendi desem ne dersiniz? Sonuç olarak her türde başarılı işler ortaya koyan bir isim ve sizin de çok yakın arkadaşınız.

Çok yakın arkadaşımdı hem de… Onun sinema kültürü çok iyiydi. Resim yaptığı için onun çerçevelerine bak, hepsi birer tablo gibidir. Onun filmlerini izlerken dikkatli gözler kadrajlarının düzgünlüğünü hemen fark eder. Bu da ressamlığından geliyor esasen. Bir kere bir yönetmenin iyi bir genel kültürü olması lazım, toplumun bütün kesimine hitap etmesi için. Bu Atıf’ta oldukça mevcuttu. Bana birkaç kere yönetmenlik teklif ettiler, yapmam dedim. Çünkü hem piyasayı bileceksin, hem iyi pazarlayacaksın onu, çok zor bir iş, o yüzden yapmadım ben. Ama Atıf Yılmaz çok cesur bir adamdı. Özellikle kadın filmlerini mükemmel yapardı.

O dönem setlerde hiyerarşi nasıldı? Çünkü Yeşilçam döneminin keskin hiyerarşik yapısından çok söz edilir.

O zaman, en küçüğünden en büyüğüne kadar sonsuz bir saygı vardı ve hiyerarşik sistem çok düzgün bir şekilde ilerliyordu. Şöyle ki; hiç kimse kimseye bağırıp çağırmıyordu ancak herkes işini layıkıyla yapıyordu. Örnek vermek gerekirse, Lütfi Bey geldiği zaman set müthiş bir hal alıyordu. Bize söylenen net şeyler vardı. Sete vaktinde geleceksin, içkili gelmeyeceksin, çalışırken içki içmeyeceksin. Bir gün Lütfi Bey’le çalışırken dediği saatte herkes sette hazır durumda bekliyor. Yalnızca bir kişi gelmedi. Yine film için önemli bir oyuncu. Onun da orada bulunması lazım tabii. Herkes onu bekliyor. Adam koşarak girdi, 20 dakika sonra falan. Bahanelerini anlattı, özrünü diledi. Sonra Lütfi Bey ayağa kalktı, ekibe döndü, “Paydos arkadaşlar” dedi, çantasını aldı ve çıktı. Adam da orada öylece kalakaldı. Şimdi bunlar sorun bile değil. 200 kişi çalışıyor sette. Kim kimdir, ne nedir bilemiyorsun. O dönem setçiyle akşam oturur rakı içerdik ama sete geldik mi her şey biterdi. Set ortamı bambaşkaydı çünkü. Sete girdin mi iş biter. O yüzden o dönem hiyerarşi çok önemliydi. Bir de zor dönemlerdi. Şimdi şaryonun başına kameracı oturuyor, yardımcısı oturuyor rayları falan her şey tamam. O dönem iki tane tahtadan ray vardı. Üzerine de tekerlekli arabayı koyuyorlardı. Onun altında bazen tekerlek olmuyordu. Kaysın diye sabun koyuyorlardı. Al sana şaryo. O halde bile son derece ciddi işler çıkıyordu. Ne şartlar altında çalıştık yahu. Selvi Boylum Al Yazmalım’ı çekerken, gece bir sahne çekiliyor Torosların tepesinde. Ben kamyonetin dışındayım, yanlış hatırlamıyorsam Kadir içinde. Tipi gibi bir yağmur yağıyor. Atıf Yılmaz da baktı baktı, bu yağmur yeterli değil, arazöz getirin dedi. Gece yarısı Osmaniye’ye gidip arazöz getirdiler. Ben kamyonetin dışındayım, bütün yağmuru yiyorum, yetmedi arazözle üzerime su sıktılar. Ve bir kere çekip gitmiyorsun, plan plan çekiyorsun. Sabaha kadar böyle çalıştık. Şimdi bunları bir oyuncuya yaptır bakalım. Ancak bizim gibi eski Yeşilçamlılara yaptırırsın bunu…

Son olarak, bulunduğumuz yerden Erdek – Ocaklar’dan bahsedelim biraz. Şehir hayatından sıkılan herkesin hayali küçük bir sahil kasabasına yerleşmektir. Bir nevi insanların hayalini de yaşıyorsunuz diyebilir miyiz?

İstanbul’dan sıkılıp öyle geldik zaten. Mesela şimdi İstanbul’a çalışmaya gidiyorum. Bir gün boşum oluyor. O boş günde gece buraya geliyorum, yatıp tekrar geri dönüyorum. Buraya gelince havam düzeliyor. 300 senelik İstanbulluyum ama İstanbul’dan nefret ediyorum…

IMG_4070

blank

Polat Öziş

1992 İzmit doğumlu… Küçük yaşlarda tanıştığı Yeşilçam filmleri sayesinde sinema en büyük tutkusu oldu. Sonrasında ilginç bir şekilde Muğla’ya İktisat okumaya gitse de tutkusundan vazgeçemedi ve sinemayla ilgili çalışmalar ortaya koymaya başladı. İzledi, düşündü, çekti. Sonunda ise filmler hakkında yazmaya başladı. Film Arası Dergisi, Film Hafızası ve Öteki Sinema’da çok sevdiği filmler hakkında yazmaya devam ediyor.

1 Comment Bir yanıt yazın

  1. Baştan sona keyifle okudum, teşekkürler Polat Öziş, devamını bekliyoruz. Yılmaz Atadeniz, Çetin İnanç, Aytaç Arman, Ayşen Gruda, Cüneyt Arkın vb. yaşayan değerlerimizle de röportajlar yapılsa çok güzel olur.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Murat Toktamışoğlu: ‘Kendi korkularımı hikayeleştiriyorum’

Şeytan-Racim 2: İfrit, Üç Harfliler 2: Hablis ve Cin Kuyusu
blank

Gökçe Pehlivanoğlu: “Eskiden daha az ama daha nitelikli filmler çıkıyordu”

Gökçe Pehlivanoğlu ile kısa film, fotoğraf, gezmek görmek ve çekmek