Suya Düşen Hayaller: The Banshees of Inisherin (2022)

14 Eylül 2023

Bundan 10 küsur yıl önce hayattaki en iyi dostum, birdenbire benimle (ve aşağı yukarı herkesle) konuşmama kararı almıştı. Öyle yıldırım gibi ani, yıkıcı ve yakıcı bir şekilde olmuştu bu. Tek mesajla. İnanılmaz üzülmüştüm; kendimi o kadar çaresiz, o kadar kırılgan hissettiğim çok az an vardır. O kadar büyük bir ümitsizliğin içine düşmüştüm ki depresyona girmiştim, Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği The Banshees of Inisherin’de (2022) Pádraic’in kendini bir anda içinde bulduğu nahoş durum bana onu hatırlattı. Bazen öyledir işte, insanlar gider. Pat diye. “Gitmek ölmektir bazen”, diyordu Victor Hugo. Ama bazen gitmek öldürmektir, bazen de kalmak ölmek. Dört ana karakteri üzerinden hayli dokunaklı bir öykü anlatan The Banshees of Inisherin işte bu olasılıklar üzerine bir film.

McDONAGH TEMALARI

“In-Yer-Face/In Your Face” (Yüzevurumcu) adı verilen tiyatro akımının en önemli oyun yazarlarından biri olarak görülen Martin McDonagh aslen Londra doğumlu, İrlanda’yla doğrudan bağı her yaz akrabalarını görmek için Connemara’ya gidişinden ibaret, hâl böyle olunca en bilinen oyunlarının çoğunun (Leenane’in Güzellik Kraliçesi/ blankThe Beauty Queen of Leenane, Connemara’da Bir Kafatası/A Skull in Connemara ve Yalnız Batı/The Lonesome West’ten oluşan Galway üçlemesi) İrlanda’da geçmesi, İrlandalıların sorunlarına değinmesi ve İrlandalılar hakkında birtakım hükümlere varması başından beri büyük bir tartışma konusu olageldi. Yapıtlarına her zaman “Gerçek İrlanda bu değil!” şeklinde tepkiler geldi. Ben bir sanatçının sanatı için gerçeği eğip bükebilme özgürlüğüne sahip olması gerektiğine inanan ekoldenim. Bence belgesel yapmıyorsanız ya da anlattığınız şeyin “yüzde yüz gerçek” olduğu iddiasında değilseniz mesele yok, istediğinizi yapabilirsiniz. Joyce’un ya da Samuel Beckett’ın İrlandası, Stephen King’in ya da Mark Twain’in ABD’si diye bir şey vardır. Goethe’nin Almanyası, Thomas Mann’ın Almanyası illa dönemini birebir yansıtmalı diye bir kaide olamaz. McDonagh’ın İrlandası onun hayal gücündeki (muhayyilesindeki) İrlanda’dır, tıpkı Martin Scorsese’nin ya da Robert Altman’ın Amerikası’nda olduğu gibi. Biz bu sanatçıların anlattığı ülkeyi, onların gözünden (perspektifinden/bakış açısından) görmüş oluruz, bu illa “o ülke yüzde 100 öyledir” anlamına gelmez. Martin McDonagh da öyle yapıyor, sanatıyla kendi İrlandası’nı inşa ediyor, hepsi o.

Martin McDonagh kendi İrlandası’nı inşa ederken Galway üçlemesiyle yetinmedi, İrlanda’yı ve halkını anlatan bir üçlemesi daha var. Aran Adaları Üçlemesi adı verilen oyunlar Inishmore, Inishmaan ve Inisheer isimlerindeki adacıklardan oluşan Aran adalarında geçmekteydi. Inishmaan’ın Sakatı (The Cripple of Inishmaan, 1996), Inishmore’lu Yüzbaşı (The Lieutenant of Inishmore, 2001) ve hiç oynanmayan ve yayımlanmayan The Banshees of Inisheer. İşte The Banshees Of Inisherin filmi o The Banshees of Inisheer oyununu temel alıyor. Oyun bugüne kadar hiç oynanmadığı ve yayımlanmadığı için filmden farklı noktalarını bilmiyoruz. Ama uzmanlar filmin McDonagh’ın 2010 tarihli oyunu A Behanding in Spokane ile de benzerlikler taşıdığını söylüyorlar.

blank

David Mamet, Sam Shepard ve bir ölçüde Harold Pinter ve Samuel Beckett oyunlarını hatırlatan Martin McDonagh anlatılarının hem fiziksel hem psikolojik şiddeti ele alma bakımından çok daha uç noktalara savrulduğunu söyleyebiliriz. McDonagh filmlerinde ve oyunlarında psikolojik, sözlü ve fiziksel şiddet (bilhassa intihar ve cinayet) öykü seyrini kırılmaya uğratan önemli anlar olarak belirirler. Martin McDonagh yapıtlarında çok sayıda tekrarlayan imgeye rastlarız. Zihinsel ve fiziksel engellilik, aile içi travma, ölümcül hastalığa yakalanmış olma, masum biri ya da birilerini istemeden öldürme, yaralama ve sakat bırakma, sevdiği biri yerine ölüme gitme… Bunların hepsi çıkışsızlık/sıkışmışlık, suç/suçluluk şemsiyesi altında birleşirler. Martin McDonagh’ın birçok karakteri daha onları görür görmez çok da yaşamayacağını, yaşasa da asla iyi ve neşeli bir hayatı olmayacağını şıp diye anladığımız kişilerdir. Adım adım onları bekleyen korkunç sona ilerleyen, üstelik kendi kuyularını kazan lanetlenmiş ruhlardır bunlar.

Akademi ödüllü kısa filmi Six Shooter (2004), kalplerde taht kuran In Bruges (2008), suç komedisi Seven Psychopaths (2012) ve bol ödüllü Three Billboards Outside Ebbing, Missouri (2017), cinayet, intihar ve intihar girişimleri dolu öykülerdir. McDonagh’ın Inishmaan’ın Sakatı oyununun ana karakteri Billy’nin anne-babası öz çocuklarını çuvala koyup denizde boğmaya çalışmışlardır, bu ebeveynler daha sonra birlikte intihar etmişlerdir. Bu oyunun finalinde engelli oğulları Billy de intihar eder. Veremli olan Billy kalan zamanını bir adada “yalnız” geçirmek istemediği için intihar eder ama bunu tetikleyen hoşlandığı kız Helen’in ona yüz vermeyişidir (tema tanıdık geldi mi?). McDonagh’ın iki İrlanda üçlemesi arasında yazdığı The Pillowman (Yastık Adam, 2003) oyununda Grand-Guignol’u anımsatan çok daha dehşet verici, çok daha tüyler ürpertici şiddet eylemleri (uzuv kesme, boğma, elektrik verme, çarmıha germe, taciz, işkence, çocuk katli, diri diri yakma vb.) söz konusudur, üstelik bu sefer şiddet -sözlü de olsa- genelde çocuğa yönel(til)miştir. Bu oyun özünde otoriter bir rejimde bir sanatçının eserlerini muhafaza etmek (kurtarmak) için ne kadar uç bir noktaya savrulabileceğini gösterir ama çocuğa yönelik ebeveyn (ister gerçek aile isterse koruyucu aile olsun) ve ebeveyne yönelik çocuk şiddeti bakımından kan dondurucudur. Taciz, işkence, cinayet ve intihar, McDonagh oyunlarının bel kemiğidir. Inishmore’lu Yüzbaşı oyununda çok sayıda masum insan öldürülür. Yalnız Batı’da hikâye için dramatik önemde bir intihar söz konusudur (kardeşler barışsın diye intihar eden “rahip/peder/baba” figürü), hatta bu intiharın Galway üçlemesinin bir başka oyunundaki -A Skull in Connemara- polis intiharıyla bir tür bağlantısı vardır.

blank

McDonagh’da baba figürleri (ülke/İrlanda, rahip/peder, Tanrı, öz ya da üvey baba) genellikle sorunludur, hatta McDonagh anneyi de “orada olmamakla” ya da sessiz kalmakla suçlar gibidir. Öykülerin merkezinde çoğu zaman ailevi bir travma yer alır. McDonagh’ın yapıtları çeşitli dertlerden muzdarip yaralı ruhlarla dolup taşar. Bu ruhlar çoğu zaman nereden geldiklerini, niye öyle olduklarını bilirler ama nereye gittiklerini/savrulduklarını bilmezler. Six Shooter, Three Billboards Outside Ebbing, Missouri ve baskın McDonagh temalarını bünyesinde ustaca eriten The Banshees of Inisherin muğlak bir gelecek imgesiyle seyirciye veda eder. Peki, kimdir The Banshees of Inisherin’in kayıp ruhları?

ÖLÜM PERİLERİ VE HAYALETLER

Ülkesine/yurduna/adasına/toprağına ve hayvanlarına sadık, nazik/kibar ama cahil Pádraic Súilleabháin, sanatçı ruhu taşıyan Colm Doherty, renkli, entelektüel ve cesur Siobhán Súilleabháin ile içinde bulunduğu durumdan ve ruh hâlinden kaçışı sevgide/aşkta bulmaya çalışan kırılgan Dominic Kearney ilk bakışta İrlanda İç Savaşı çıktığında belirli tavırlar sergileyen dört insan tipinin birer temsilcisi gibi duruyorlar. Filmin adındaki “Banshee” sözcüğü İrlanda folklorunda “ölüm perisi”, “felaket habercisi” gibi anlamlara geliyor. Genelde “Banshee”den hayatını kaybetmiş ve Araf’ta kalmış (genelde dişi/kadın) ruhsal bir varlık olarak söz edilir. Banshee daha yeni ölmüş ya da yakında ölecek insanların habercisi olarak anılır. İnsanın karşısına birdenbire çıkabilen bu perinin/hayaletin/hortlağın, (genelde aile üyelerine, yakınlarına veya komşularına) ölümün gelişini haber verdiği söylenir. Filmi bu bilgiyle birlikte değerlendirdiğinizde ara sıra ortaya çıkan ve ana karakterlerle irtibata geçip gaipten haberler (“Bu ay bitmeden Inisherin’de bir ölüm yaşanacak. Hatta iki de olabilir.”) veren Bayan McCormick karakterinin bir “banshee” olduğunu düşünebiliriz. Sonuçta gelecekte yaşanacaklara dair haber veren (ve bilen) ürkütücü bir kadın bu. Birçok kritik sahnede bir şekilde ortaya çıkan ya da zaten çoktandır orada olan bir karakter. İnsanların ürktüğü, görmekten kaçındığı bir kadın. Bir sahnede Pádraic’in Bayan McCormick’ten saklanmaya çalıştığını görüyoruz, Siobhán’ın ondan saklandığını da ağabeyi söylüyor. Dominic’in öleceğini McCormick haber veriyor, hatta babasına oğlunun cesedini teslim eden de o oluyor. Ama…

Ama filmin adında “Banshee” yerine “Banshees” (çoğulu) sözcüğünü gördüğümüz için bence işin rengi değişiyor. Acaba bu filmde birden çok sayıda “ölüm perisi” olabilir mi?

Siobhán “Belki de Colm artık senden hoşlanmıyordur.”, Dominic “Bak ne buldum. Kancalı bir sopa. Hangi amaçla kullanılıyor acaba? Bir sopa uzunluğundaki mesafedeki bir şeyleri kancaya takmak için mi?”, Colm “Ana karadan birkaç gündür silah sesi gelmiyor. Savaşın sonuna geldiler herhâlde.” ya da Pádraic “Eminim yakında yeniden savaşmaya başlarlar. Bazı şeyler geçmek bilmez.” derken bir şekilde, o an itibariyle belirsiz olan gelecekten haber vermiş olmuyorlar mı? Ya Pádraic’in Colm’ın potansiyel öğrenci adayı Declan’ı adadan uzaklaştırmak için babası hakkında uydurduğu yalanın (ekmek arabası çarptığı için ölmek üzere olduğunun) annesi için doğru çıkmasına ne demeli? Film boyunca Siobhán’ın, Pádraic’in ya da Dominic’in kendilerine anlatılmayan bazı hakikatleri bir şekilde başkalarına anlattıkları da ima ediliyor. Pádraic, Siobhán, Colm ve Dominic de bir “banshee” olabilir mi? Bence değiller. Ama bu durum ilginç bir olasılığı da doğurmuyor değil. Özellikle filmin açılışında yürürken ardında çok net bir şekilde harikulade bir gökkuşağı beliren Pádraic’le beraber film boyunca bu dört ana karakterin, bazı sahnelerde belirgin bir güneş ışığıyla nasıl özel olarak aydınlatıldığını fark ettiğimizde ve bunu tekrarlayan imgeler aracılığıyla filme yayılan dinî referanslarla (karakterlere yukarıdan bakan Meryem Ana heykeli, Kilise, günah çıkarma ve sayısız sahnede bir şekilde ortaya çıkan haç imgesi) birleştirdiğimizde zihnimizde kocaman ve dikkat çekici bir soru işareti ister istemez doğuyor: “Bu dört ana karakter de çoktan ölmüş insanlar olmasın sakın?”

blank

Anakaranın hemen karşısındaki bir adada yaşamalarına rağmen iç savaşa kayıtsız kalan Siobhán, Dominic, Colm ve Pádraic’in İrlanda İç Savaşı’nda hayatını kaybetmiş insanların hayaletleri olduğuna dair olasılık hiç düşük değil. Özellikle adayı hayaletlerin (kayıp ruhların) yaşadığı bir tür Araf (“Limbo”) olarak veya karakterlerin aynı şeyleri sonsuza dek tekrar tekrar yaşamakla cezalandırıldıkları bir tür cehennem olarak düşünürsek bu teori bir miktar daha anlam kazanıyor. Hikâye boyunca ana karakterlerin tüm bir kadraj içinde yalnız başına resmedildiği çok sayıda plan var. McDonagh birçok sahnede karakterin ızdırabını tek başına çektiği yalnızlığının, çıkışsızlığının altını çizmek için onu çerçeveye alınan karenin içinde kaderine mahkûm edilmiş küçük ve önemsiz bir figür olarak fotoğraflıyor. Gökkuşaklarıyla kutsanan, sürekli dini ritüellere şahit olduğumuz, hayvanların sanki bilinç sahibiymişçesine hareket ettiği (bilhassa Pádraic’in hayvanları), görsel açıdan doyurucu, cennet gibi bir ada bu. Sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi. Ama bence ana karakterlerin (belki de komple ada halkının) ölmüş insanların hayaletleri olduğuna dair bu teori doğru değil, çünkü hem adadan anakaraya bir iş için (idamlar) ya da kaçıp kurtulmak için gidenler var, hem de anakaradan adaya gelenler var. Adayla anakara arasında deniz ulaşımı ve iletişim ağı olduğunu görüyoruz, bu da beni filmi bir başka açıdan düşünmeye sevk ediyor. Siobhán, Dominic, Colm ve Pádraic’in aslında bir ve aynı kişi olduğundan hareket eden bir düşünme biçimine…

blank

Çok üzücü bir hadise karşısında takınabileceğimiz tavırlar sınırlıdır. Aynı şekilde, verebileceğimiz tepkilerin belki şekli değil ama mahiyeti sınırlıdır. Siobhán, Dominic, Colm ve Pádraic karakterlerinin her biri insanı çok üzen belirli olay ya da durum karşısında takınılan tavırları simgeliyor gibiler. Dört ana karakter de kendilerini hiç hoşlarına gitmeyen bir konumda buluyorlar. Siobhán o adadan ve ada sakinlerinin sığlığından, kabalığından ve renksizliğinden bunalıyor, bir diğeri, Colm, hayatının belirli bir rutin içine sıkışmış olmasından ve sanat adına bir şeyler yapıp sonraki nesiller tarafından hatırlanacak bir iz bırakma imkânı varken bunu yapmamayı seçmiş olmasından. Babası tarafından taciz edilen Dominic, güzel bir kadının onu bu kâbustan uyandırıp yaşama yeniden tutundurabileceğini düşlüyor, Pádraic ise hayatının temel rutinini belirleyen en iyi dostunu kaybetmiş olmayı kendine yediremiyor, eski hayatını geri kazanmak istiyor. Bu dört karakterin dördü de aslında yaşama sevgisini geri kazanmak isteyen melankolik bireyler olarak resmedilmiş. Onları kurtarabilecek sevgiyi/aşkı/tutkuyu ise bambaşka şeylerde arıyorlar. Biri “hayatın anlamını” yeni topraklarda (yeni insanlarda) ve bilimde bulabileceğini düşünüyor, biri bunu sanatta (sanat eserinde), biri bir kadında (aşk), bir diğeri ise bunu dostlukta bulabileceğine inanıyor. The Banshees of Inisherin aslında hayatın anlamını farklı yerlerde/mecralarda/eylemlerde arayan, dört hayale tutunmuş dört insan tipi üzerine bir film. Kalkıp gitmek, kalıp (aynı olan için) dövüşmek, kalıp değişmek/dönüşmek ve gidecek cesareti bulamayıp kendini/benliğini bir şekilde imha etmek… Genelde önemli bir olay karşısında hepimiz bu dört duruştan birini seçeriz.

BU HAYAL DE SUYA DÜŞTÜ (THERE GOES THAT DREAM)

The Banshees of Inisherin’in bu kadar sevilmesinin, insanların kendini bu filme yakın hissetmesinin, alt metninde yer alan çok sayıda detay ve göndermeyle hiçbir ilgisi yok. Bu film, hemen herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği basit bir öykü içeriyor. Bu öykünün merkezinde bir açmaz (tam olarak doğru bir yanıtı olmayan bir nevi “aporia”) var, aşağı yukarı hepimizin hayatı boyunca bir ya da birkaç kez yüzleşmek durumunda kaldığı zor bir durum. Bazılarımız için bu bir şehri terk etmek, bazılarımız için bu bir insanı terk etmek olabilir. Bazılarımız için tutkularını bir kenara koyup hayatın sıradanlığında eriyip gitmek, bazılarımız için de yetinmeye razı olduğu şeyler için mücadele etmek olabilir. Ama hepimizin bir şekilde çözmek durumunda kaldığı büyük sorunlar vardır. Bazen âşık olduğumuz kişi başkasına gönül verir, bazen hayat bize sevdiğimiz işi yapma imkânı tanımaz. Bazen geçim derdimiz olur, bazen dünya ağrımız (Weltschmerz), bazen de içsel kaygımız (Angst). Bize neyin çarptığını anlayamadığımız zamanlar olur. Acı/ağrı/hüzün yoğun, keskin ve müzmindir/süreğendir. The Banshees of Inisherin’de bu güçlü his Siobhán, Dominic, Colm ve Pádraic’i esir almış gibidir. Dördü de açmazdadır. Çıkışsızlık ağlarını örmüştür, umarsızca bir kurtuluş ararlar. Peki, bir insan kendisini cendereye almış olan (kötü) yazgısından kurtulabilir mi, mümkün müdür böyle bir şey? Ben McDonagh’ın buna fırtınanın merkezine gidecek cesareti kendinde bulan Siobhán üzerinden olumlu bir cevap verdiğine inanıyorum.

blank

En başından beri, Siobhán olayları soğukkanlı bir şekilde ele alan, akıllı, öngörülü, düşünceli/düşünür (thinker), anlayışlı, gerektiği yerde nazik ya da yürekli ve gözü pek bir insan olarak konumlandırılıyor. Adadaki diğer insanlara kıyasla renkli giyinen, rengarenk biri Siobhán. Adanın sade, sıkıcı ve monoton hayatına uymadığı belli. Sürekli okuyan, bilginin varlığına ve gerekliliğine inanan entelektüel biri, muhakeme yeteneği güçlü. Mesela Siobhán’ı ilk gördüğümüzde yeni yıkadığı çamaşırları asıyor. Siobhán ağabeyinin eve hayvanlarını almasına karşı, temizliğe (arınmaya/suya) önem veriyor. Burada filmin suyla kurduğu ilişkiye değinmemiz lazım.

The Banshees of Inisherin dört tarafı denizlerle çevrili bir adada geçiyor. Arınmayı (“vaftiz”?) temsil eden su (burada “deniz”) faktörünün hikâyenin içinde ne denli merkezi bir durumda olduğuna dikkat ediniz. Filmin açılış sahnesinden kapanışına kadar denizi görmekle kalmıyoruz, su (deniz ya da göl) karakterleri çevreleyen (Colm ve Pádraic) hatta kaderlerine karar veren (öldüren/Dominic ya da yaşatan/Siobhán) doğaüstü bir güç olarak konumlandırılıyor. Filmin ortalarında bir insanın gölde intihar ettiğini işitiyoruz. Finale doğru Dominic’in de gölde intihar ettiğini öğreneceğiz. Peki, niye intihar ediyor Dominic? Bütün ümitlerini bağladığı, rüyalarındaki kadın olan Siobhán denizi aşarak adadan kaçıp kurtuluyor da ondan. Pádraic kız kardeşini -ironik bir şekilde- bir uçurumun başında uğurlarken arkasındaki belli belirsiz siluetin Dominic olduğunu söylemeye gerek yok. Peki, Dominic niye denize atlayıp intihar etmiyor da gölde intihar etmeyi tercih ediyor? Aslında hayallerinin suya düştüğü yer (“There goes that dream”) orası diye olmasın? Peki, filmin finalindeki Colm ve Pádraic’in sohbeti nerede geçiyor, tabii ki denizin kıyısında.

blank

The Banshees of Inisherin, denizi/suyu geçmek (Siobhán) ya da geçmemek (Pádraic, Colm) veya geçememek (Dominic) üzerine bir film. Bu film, kaçıp kurtulmak (Siobhán), kalıp dönüşüme ayak uydurmak (Pádraic, Colm) ya da değişemediği için kendini/varlığını yok etmek (Dominic) üzerine bir film. Özgürlük/serbestiyet (“freedom”dan çok “liberty” anlamında) üzerine bir film. Kişinin kendi iradesi/istemesi üzerinde, çevresindeki olanca gelişmeye rağmen hâkimiyeti olup olamayacağına dair bir film. Özgür, bağımsız bir birey olup olamamakla ilgili bir film. Öyle sanıyorum ki insanların birçoğunun The Banshees of Inisherin’le özel bir bağ kurmasının altında yatan neden aslında bu. Savaşın gölgesinde ölüm perilerinin, hayaletlerin kol gezdiği hayalî bir adada taciz, tecavüz ve intiharla dolu psikolojik, sözlü ve fiziksel şiddetin tavan yaptığı karanlık ve depresif bir öykü olması değil. Hepimiz ara sıra, öldükten sonra kimsenin bizi hatırlamayacağı hissiyle sınanırız. Hangimiz en az bir sevdiğini (anne, baba, sevgili, eş, evlat, dost, hatta evcil hayvan) bir daha geri gelmemek üzere temelli yitirmemiştir ki? Ve hangimiz bu yitimi başka bir sevgiyle (insan, hayvan, doğa sevgisi, hatta sanat ve/veya bilim) ikame etmeye çalışmamışızdır ki? Hiçbirimiz. The Banshees of Inisherin (2022) hemen herkesin ruhuna usulca dokunan, insanı kendi hayatı üzerine düşünmeye iten, çok sade ama bir o kadar da vurucu bir film. Mutlaka şans verin.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

Not: Aslında bu filmi Martin Heidegger’in Sorge (ihtimam-göstermeklik), mitsein (birlikte varolma), Angst (kaygı) ve Sein zum Tode (ölüme doğru varlık) kavramlarından yola çıkarak ele alan bir bölüm daha yazmaya başlamıştım ama sonra o kısmı makaleye çevirmeye karar verdim.

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

  • Çelik, Nurten. 2014. Violence in Contemporary Plays: Philip Ridley’s Mercury Fur, Anthony Neilson’s Penetrator, Martin McDonagh’s The Pillowman (Çağdaş Oyunlarda Şiddet: Philip Ridley Kürklü Merkür, Anthony Neilson Sokucu, Martin McDonagh Yastık Adam), T.C. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İngiliz Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı İngiliz Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Kayseri.
  • Örmengül, Seda. 2015. Postnationalist Subversion of the Constituents of Irishness: Land, Religion and Family in The Plays Of Martin McDonagh and Dermot Bolger, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Ankara.
  • Sümer, Deniz Gönenç. 2009. Inıshmaan’ın Sakatı Adlı Oyundaki Billy Karakterinin Stanislavski Yöntemleriyle Çözümlenmesi, T.C. Bahçeşehir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü İleri Oyunculuk Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
  • en.wikipedia.org/wiki/Martin_McDonagh
  • imdb.com/title/tt11813216

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir (2011)

Bir an önce Ekümenopolis belgeselini izleyin. Böylece içinde yaşadığınız şehir
blank

The Apparition (2012)

Film 1970 yılında bir grup paranormal psikoloğun henüz yeni ölmüş