Sinemada mit, sadece hikâye değil; bir kültürün kendini yeniden anlatma biçimidir. Modern aksiyon sineması, özellikle vigilante anlatıları, bireyin sistem karşısında özneleşme çabasını merkezine alır ancak Türkiye’de bu anlatı türü, Yeşilçam dönemindeki toplumsal refleksinden koparılarak yalnızca bir biçimsel süs haline indirgendi.
Amazon Prime Video yapımı “Dehşet Bey”, tam da bu boşlukta duruyor: biçim olarak modern, ruh olarak anımsız. Murat Menteş’in edebi mizahını ve Kutlukhan Perker’in grafik zekâsını sinemaya çevirmeye çalışan film, “Türk John Wick’i” etiketiyle pazarlansa da aslında ulusal aksiyon sinemasının neden köksüzleştiğini göstermesi bakımından sosyolojik bir vaka niteliğinde.
Filmin başrollerinde Barış Arduç ve Tuba Büyüküstün yer alıyor. Kadroda ayrıca Yıldıray Şahinler, Musa Uzunlar, Saygın Soysal, Onur Özaydın ve Dolunay Soysert bulunuyor. Yönetmen koltuğunda ise 7. Koğuştaki Mucize’nin yaratıcısı Mehmet Ada Öztekin var.
Barış Arduç’un performansı, “karizma”yı duygunun yerine koyuyor. Sert bakışlar, ölçülü yürüyüşler, dikkatle seçilmiş sessizlikler… Hepsi doğru ama hiçbiri gerçek değil. Kahraman travmasını yaşamak yerine, pozunu koruyor. Tuba Büyüküstün ise zarif ama etkisiz. Filmdeki “vicdan sesi” olabilecek tek karakter, hikâyenin erkek mitolojisi içinde susturulmuş durumda. Büyüküstün, karakterine derinlik kazandırmaya çalışsa da senaryo buna izin vermiyor.
Çizgi roman, doğası gereği imgeyle kelime arasında bir dengede yaşar; sinema ise bu dengeyi devralmakla kalmaz, onu zaman eksenine yerleştirir. “Dehşet Bey” bu dönüşümü sağlayamıyor. Menteş’in metinlerinde yer alan ironik, postmodern, çok katmanlı mizah; diyaloglara harfiyen taşındığında, sinemanın doğallığını boğmuş.
Bu durum, Linda Hutcheon’ın “adaptasyon bir çeviri değil, yeniden yaratım eylemidir” görüşüyle çelişiyor. Film, metni yeniden kurmak yerine metne teslim olmuş ve sahneler “konuşan paneller” haline gelmiş; seyirci karakterlerle değil, cümlelerle muhatap oluyor.
Sonuçta, ortada sinemasal bir anlatı değil, çizgi romanın teatral bir sunumu var. Bu da filme özgü ritmi öldürüp karakteri sembole dönüştürmüş.
John Wick Kompleksi: Taklidin Estetiği ve Kök Yoksunluğu
“Dehşet Bey”in John Wick estetiğini birebir kopyalaması tesadüf değil. Ulusal sinemamızın son dönemde yaşadığı “taklit modernizm” sendromunun bir örneği daha. Kamera hareketleri, ışık tercihleri, renk paleti ve koreografiler Hollywood kodlarıyla inşa edilmiş ancak burada yapılan şey, etkilenme değil ithalat.
Filmin ilham aldığı John Wick (2014) ise 30 dakikalık dramatik hazırlıkla kahramanına insani bir derinlik kazandırıyordu. Dehşet Bey ise seyirciden bu derinliği önceden kabul etmesini istiyor. Wick’in mitini oluşturan şey, onun kaybıdır. Dehşet Bey’inse kaybı yok; sadece silahı var.
Bu nedenle film, kendi mitini kuramadığı gibi, başka bir mitin gölgesinde var olmaya mahkûm. Ulusal sinemanın bu tür çabaları, global tür sinemasının yüzeyini taklit ederken kendi tarihsel ve sosyolojik kodlarını unutmasının örneği.
Yeşilçam’ın Vigilante Belleği: Halk Adaletinden Platform Estetiğine
Oysa Türkiye’nin intikam anlatısı geleneği derin. Yarınsız Adam (1976), Hınç (1976), Cellat (1975) gibi filmler, bireysel şiddeti toplumsal öfkenin bir dışavurumu olarak kurgulardı. Bu karakterler, sistemin çürümüşlüğüyle baş edemeyen “küçük adam”ın özdeşleşme figürleriydi.
Bu bağlamda Dehşet Bey, Yeşilçam’ın halk adaletinden tamamen kopuyor. Onun intikamı kişisel değil, estetik bir araç. Filmde öfke yok, sadece biçim var. Bu da sinemanın politik potansiyelini sterilize ediyor. Yeşilçam’ın celladı sistemle savaşırken bu filmdeki cellat, yalnızca kendini pazarlamakta. Yani vigilante figürü, artık bir direniş değil, bir tasarım nesnesi.
Alper Çağlar’ın Panzehir (2014) filmi, benzer bir temayı kendi üslubuyla işleyerek aslında Dehşet Bey’in ulaşmak istediği dengeyi kurabilmişti. Çağlar, şiddeti poetik bir dille yoğurmuş; aksiyonun ötesinde bir varoluşsal yalnızlık anlatısı kurmuştu. Bu, Türk sinemasında nadir rastlanan bir şeydi.
“Dehşet Bey” ise bu duyarlılığı görsel yüzeyde arıyor, ruhsal derinlikte değil. Film, Panzehir’in yaptığı gibi yerli bir melankoliyi aksiyona çevireceğine, Hollywood estetiğini yerli aksanla telaffuz etmeye çalışıyor. Sonuç: yapay bir tını.
“Dehşet Bey”, Türk sinemasının son yıllarda yaşadığı kimlik krizinin küçük ama parlak bir örneği. Ulusal mitler unutulmuş, yerlerine ithal kahramanlar yerleşmiş. Sinemamızın sorunu artık yetersiz bütçe değil, yetersiz köklenme. Taklit estetikle özgün bir dil kurulamaz.
Filmin sloganı, “Hayatında ilk kez kalbinin sesini duyan bir suikastçı.” Güzel fikir. Fakat mesele kalbi duymak değil, onun attığını seyirciye hissettirebilmek. “Dehşet Bey” bunu yapamıyor. Ortada ne bir kalp var ne de ritim. Geriye sadece yankı kalıyor — başka filmlerin yankısı.