Godzilla (2014) 1 – Godzilla

Biz (görece) batılılar biraz iki yüzlüyüzdür. Normal şartlarda esamesini okumadığımız kahramanların yeni bir filmi geliyorsa, o kahramanın bir anda en ezeli hayranı oluveririz. Öyle de ateşli bir hayran oluveririz ki, sanki  o eski filmleri düzenli seyretmezsek kan şekerimiz düşecek, kara veba olacağız.

Öteki Sinema için yazan Yigilante Kocagöz

Şu birkaç haftadır gözlemliyorum, sanki tüm Türkiye Kaiju sinemasıyla büyümüş, herkesin çocukluğu bundan ibaret imiş. Oysa ki durum hiç de öyle değil. Kendimden biliyorum, Godzilla benim çocukluğumu yansıtan o kadar da güçlü bir nostalji öğesi olmamıştı. Süreç Ronald Emmerich’in 1998 yapımı filmi ile başlamış ve kısa sürede kapanmıştı. Hoş bir yaz kaçamağıydı ama ötesi yoktu. Gene de bugün sevimli canavarımızı merak edenlerin hevesini kırmayayım, bu yaz hepimiz iddia edildiği üzere tarihin başlangıcından beri Godzilla aşığı olalım, göz yumuyorum. Peki Hollywood’un bu yeni uyarlaması hayranları tatmin edecek nitelikte mi? Cevap oldukça olumlu yönde. Halen irili ufaklı ve fanatizme sığınarak tolerans gösteremeyeceğimiz pek çok eksik mevcut ama 2014’ün Godzilla’sı seyircisini iki saat boyunca kesinlikle tavlamayı bilen bir yapım.

Adetim ikinci paragrafı filmin tanıtıcı özetine ayırmaktır, ancak bu sefer bunu yapmayacağım. Godzilla’yı hikayesini çok da bilmeden seyretmek, benim gibi canavarın hayranı olmayan seyircilerde daha keskin bir etki bırakıyor. Bu etkide Godzilla ile ilgili tek gerçek deneyimimin Emmerich’in filmi olmasının payı büyük. Sonuçta benim gözümde Zilla (Japonlar Emmerich’in filmini ve yaratığını külliyata bir ihanet saydıklarından onu bu isimle anıyorlar) bina yıkıp arabaları dev parmakları ile ezip velociraptor yumurtlayan dev ve oldukça zalim bir dinozor idi. Bu sebeple 2014 Godzilla’sında zihnimi hazırladığımdan çok farklı bir canavar ile karşılaştım. Elimizde geleneksel Godzilla filmlerine daha yakın duran bir proje bulunmakta.

Emmerich’in Zilla’sından nefret etmek evrensel bir zorunluluktur. Bu zorunluluk da boşuna oluşmamıştır. Zira Japonya’dan gayet otantik bir karakterin ismini alıp senaryoyu The Lost Word: Jurassic Park ile melezlemeye girişmek, sonra da bunu çok yenilikçi bir işmiş gibi sunmaya çalışmak ne kadar sempati toplayabilirdi ki? Buna rağmen biraz gerçekçi olursak göreceğiz ki 1998 yılında Emmerich’in çektiği filmden farklı da bir canavar filmi çekilemezdi. Alternatif bir yönetmen ile çıkacak iş belki bu kadar Jurassic Park kopyası olmayacaktı, ancak gene şehirleri yıkan dev bir dinozor ile karşılaşacaktık. Anglosakson toplumların canavarlar ile olan ilişkisi doğal afet eşleniği fikirler üzerinden gelişirken (Canavar gelecek, gökdelenlerimizi ve sanayi tesislerimizi yıkacaktır, ordumuzun buna karşı önlemler alması gerekir), Uzak Doğu’da daha spirituel ve metaforların daha yoğun olduğu bir yaklaşım hakim. Şehirlerin yıkılması benzerlik gösterirken kurtuluşun gene başka bir canavar tarafından sağlanması, bu canavarın insanlar için koşulsuz bir kollayıcı görevi görmesi, bir anlamda daha “dini” bir şövalyeliğin ön planda olması söz konusu. Bu anlayışın Hollywood tarafından benimsenmesi, benimsenmese bile ekrana biraz yansıtılabilmesi için hem fazladan bir yirmi sene, hem de iki kültür arasında köprü olacak pek çok öncül film gerekiyordu (Sonuçta Hollywood’un özünde şükran duyulan yaratığı zincire vurup şov dünyasına sokmak, isyan ettiğinde de Empire State Binası’nın tepesinde kurşuna dizmek var).  Yeni Godzilla’nın şanslı olduğu bir nokta, bir sene evvelinde Pacific Rim’in batılı seyircileri Kaiju mantığı ile yeniden tanıştırması oldu. Bunun yanında her ne kadar hiç hazzetmesem de Michael Bay’in meşhur Transformers serisi bile belki de bizi bu devlerin dövüşü fikrine yavaş yavaş hazırladı, kim bilir?

Yeni Godzilla filmi ne kadar seyri büyük keyif veren bir çalışma olsa da eksiklere sahip. Filmin en büyük eksikliği insan karakterlerin geliştirilememesi. İlk yarım saatte Bryan Cranston’ın (ve çok kısa rolü ile Juliette Binoche’nin) taşıdığı trajik hikaye filme olduğundan çok daha fazlasına dönüşme şansı veren nitelikte, ne yazık ki bu trajedi üzerinden bir şeyler kurulmuyor ve filmin insan hikayeciliği tamamen Aaron Taylor-Johnson üzerinden yürüyor. Vasat oyunculuk bir tarafa, Taylor-Johnson’un karakterinin filme kattığı neredeyse hiçbir şey yok, kendisinin mevcut aksiyon sahneleri de çok zorlama ve gereksiz.

Filmin bir diğer dikkate değer ismi ise Japon hayranların yüzünü güldürmek için karşımıza çıkan Ken Watanabe. Hollywood’un Watanabe ile ilişkisi tamamen Japon otantizmi üzerinden dönüyor, bu film bunu bir kez daha göstermekte. Watanabe resmen bir Japon “Haluk Bilginer”i olmuş, yapımcıların tek motivasyonunun “bu sene de bir iki filmde oynatalım kendisini de başımıza bir uğursuzluk gelmesin” gibi bir cümle olduğuna eminim. Watanabe Godzilla’da branşının ne olduğu asla anlaşılmayan bir bilimadamını canlandırıyor. Varlığı filmi daha “Japon” kılıyor ama onun dışında bir işlevi olduğunu söylemek güç.

Godzilla’nın insan karakterleri için son karar çok net: Filmin seyretmeye değer tek karakteri Bryan Cranston tarafından canlandırılıyor ve keşke bu rol daha uzun olsaymış. Şahsen ben Cranston’un performansından ötürü hikayenin yeni nesil bir Moby Dick uyarlamasına evrileceğini düşünmüş, epey sevinmiştim. Kısmet değilmiş, işler böyle yürümedi.

Hikayenin canavar ayağı da kendi içinde pek çok klişe barındırıyor, ancak en azından bu klişeler filmi sıkıcılaştırmayacak türden. Bu klişeler biraz da filme istenen nostaljik damarı verdiği için canavarların motivasyonlarını (Godzilla neden yeryüzüne geliyor, ne gerek var ki?) çok da sorgulamıyorsunuz. Filmin bu devasa yaratıklara getirmeye çalıştığı bilimsel arkaplanı da eğlenceli bulduğumu itiraf etmeliyim. Seyrederken yabancılaşmadım, kendi içinde de tutarlılık barındırıyordu.

Ne var ki filmin nükleer silahlanmayı masum bir sebebe bağlama çabasını fazlasıyla itici buldum. Film  bu noktada öyle gerekçeler sunuyor ki Emmerich’in filminin politik çizgisi resmen devrimci bir nitelik kazanıyor.  “Tarihte yapılan tüm nükleer denemelerin asıl sebebi insanlığı dev canavarlardan korumaktı” cümlesi filmin tüm ciddiyetini buharlaştıran önermelerden. Emmerich’in filmi canavarı gelişen teknolojinin beklenmedik bir “yan-ürünü” olarak gösterip en azından suçu bir ölçüde insanlara atıyordu, 2014 Godzilla’sında ise türümüz tam anlamıyla hatasız kul. Bir canavar filminin ille de politik mesaj derdi olması gerekmez ama bu etliye sütlüye dokunmama çabası yapılan işi olabileceğinin gerisine çekiyor. Yakışmamış Gareth Edwards, burada biraz daha eleştirel bir tutum beklerdim.

Godzilla’nın canavar dövüşleri iki noktada eleştiriye açık durumda. Birincisi, film canavar dövüşlerini ve yıldız oyuncusunu oldukça geç bir noktada ekrana taşıyor. Kaliteli canavar filmleri, farklarını mevzubahis yaratıkları ekrana hemen taşımamaları yaratırlar (Misal, Ridley Scott’un meşhur Alien filminde de yaratığı ilk 40 dakika boyunca görmeyiz), ancak Godzilla’da bu durum biraz uzun kaçmakta. İlk ciddi dövüşün yaşanmaya başladığı an bizim olay mahallinden hemen uzaklaştırılmamız ve dövüşün sadece televizyondan yayınlanan çok ufak bir kısmını seyretmeye zorlanmamız sinir bozucuydu. Çok sorun etmedim ama bir Godzilla hayranı olsaydım edebilirdim. Neyse ki film ikinci yarısında bu sebeple kırdığı kalpleri onarmayı biliyor.

Eleştirdiğim ikinci nokta ise filmin dövüşlerinin hep gece gerçekleşmesi. Bu durumun ne kadar estetik kaygıyla doğduğunu bilemeyeceğim, gece dövüşlerinin arkasında CGI tembelliği yatmadığını umuyorum. Tüm dövüşler gece yapıldığında zaten zor olan 3-D film deneyimi daha da yorucu bir hal alıyor. Bir sonraki filmi umalım da daha ışıltılı ortamlarda çeksinler.

Yanlış anlaşılmasın, yazdığım bu bir sürü olumsuzluk aslında Godzilla’yı sevdiğimden. Filmden gerçekten büyük zevk aldım ve devam filmini de merakla bekleyeceğim. En azından bana canavar filmleri hakkında biraz kafa yormak için sebep vermesi bile Godzilla’yı değerli kılıyor. Yaptığım eleştirilerin bir kısmının başkaları tarafından da yapıldığını görmek ise sevindirici bir durumdu. Sonuçta bu filmin bir sequelinin olmaması düşünülemez. Bu sequel, yapılan eleştiriler doğrultusunda geliştirilirse Godzilla külliyatı şahsımı da Türkiye’den bir hayran olarak kazanabilir (duy sesimi Hollywood!). Bu ve buna benzer eleştiriler dinlenmezse de sağlık olsun. Gene seyrederiz ama üzerine az kafa yorarız bu sefer.

Sonuç olarak gidin, seyredin, eğlenin. Siz seyredin diye okyanusun en diplerinden kalmış gelmiş, milyon yıllık uykusundan uyanmış koca oğlan… Seyrettiğinize değiyor…

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

4 Comments

  1. Filmde en garibime giden insanlarin kendilerini korumak icin yanlarinda tabanca tasiyor olmasiydi. Oldukca komik bir detay digeri ise Gojilla abimizin o kadar yuksekten minicik bir insani secebiliyor olmasi…

    Bence filmdeki Hiroshima gondermesini pas gecmissin orada nukleere karsit bir mesaj vardi cokta normallestirme gormedim o acidan ben.

  2. utku canımdan bir parçasın abi ama o hiroşima göndermesi de bana çok bir bayat geldi. film boyunca dişe dokunur tek bir nükleer eleştirisi yok. ha olmak zorunda mı? değil. ama böylesi de bana fazla yüzeysel geldi. bu kadar çevresel temaları barındıran filmler özel bir çabayla sessiz kaldıklarında bana batıyor. bu filmde nükleeri eleştirmek şöyle dursun, onu insanların elindeki tek çare göstermek gibi bir durum var. godzilla gelip kurtarmasa bizi halimiz dumandı hani, mecburen basacaktık o kırmızı tuşa.

    bir de o bombaları iştahla yeme sahneleri çok komikti. eğlendim mi? çok eğlendim orası ayrı.

  3. filmleri o kadar ciddiye almamak gerekli derim :) amerikan filmleri mesaj vermeye çalıştımı daha rahatsız oluyorum… vermeseniz daha iyi be kardeşim…

    o minik tabancalarla godzillaya kurşun sıkan zihniyet ise bana daha iğreti geldi.

    Anladığım kadarıyla hepimiz filmde eğlenmişiz.

  4. gündüz dövüşlerinin olmamasının nedenin böyle yüksek bütçeli bir film için cgi tembelliği olacağını pek düşünmüyorum, sonuçta cgi artistin önüne yapılacak iş geldiği zaman “gece yapalım daha kolay olur” deme gibi bir şansı olmuyor, hali hazırda modellenmiş, kaplanmış ve riglenmiş bir karakter varsa gece ya da gündüz bu karakteri canlandırmanın pek farkı yok, zaten godzillayı ışıklı ortamda da görüyoruz. neyse benim meslek alanım olduğu için iki kelam etme ihtiyacı hissettim mazur görün. bunun dışında film benim için keyfliydi, godzillayı izlemeye gittim ve godzillayı izledim neticede :)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

John Carter (2012)

Mars'daki birbirinden çeşitli yaratıkları ve imparatorlukları ile John Carter, Disney’in
Uzaylı Vampir: Queen of Blood (1966) 2 – Queen of Blood 3

Uzaylı Vampir: Queen of Blood (1966)

Queen of Blood, tarif etmesi güç, her yönüyle enteresan bir