Oyunların çocukluğa özgü olduğunu ve yetişkinlikte bittiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Oyun oynamak, bir bebek çıngırağını kahkaha ile sallarken de, bir yetişkin pür dikkat poker oynarken de, aşka dalıp kalbiniz küt küt atarken de hep heyecan vericidir. Oyunların, yeteneğinizi, sabrınızı, cesaretinizi ya da başarınızı sınaması kadar, size özel bir dünya sunması da onu ayrı çekici kılar. Ve hiçbir oyun rastgele oluşmaz, tıpkı Love Me If You Dare filminin ana karakterleri Julien ve Sophie arasındaki cesaret oyunu gibi…
Yann Samuell’in yönetmenliğini yaptığı 2003 yapımı Cesaretin Var mı Aşka? isimli filmin Fransızcası çocuk oyunları (Jeux d’enfants) olarak çevrilebilirken İngilizcesi (Love me if you dare) ise içindeki cesaret kelimesi ile Gerçek mi, Cesaret mi? oyununa gönderme içeriyor.
Julien ve Sophie arasındaki bu cesaret oyunu, Julien’in deyişi ile annesine söylenen iğrenç, anlamsız bir kelimeyle başlıyor: Metastaz! Julien, sonra başka sevimsiz kelimeler olduğunu da fark ediyor, Kowalsky gibi. Biri annesinin kanser hastalığını diğeri ise göçmen olmayı anlamaya çalışan iki çocuğun mutsuzlukları onları bir araya getiriyor. Arkadaşlarının “Pis Polonyalı” diyerek aşağıladıkları Sophie Kowalsky’nin, kendisi gibi değerli hiçbir şeyi olmadığını fark eden Julien, annesinin verdiği kutuyu onunla paylaşmak istiyor. Annesinin sevgi olarak nitelendirdiği üzerinde atlıkarınca olan bu teneke kutuyu Julien bir hazine olarak tanımlıyor. Dolayısıyla da ağlayan Sophie’ye kutuyu uzatırken de onu arada sırada ödünç almak istediğini söylüyor. Sophie ise Julien’e kutuyu geri vermek için bir şart koşuyor, “Var mısın, yok musun?” diye sorarak onu bir cesaret oyununa davet ediyor.
Bu teklifin ardından, içinde öğrencilerin bulunduğu otobüsün el frenini indiren Julien, Sophie’ye neşeyle “Varım!” diye yanıt veriyor. Biraz önce Sophie’yi aşağılayan çocuklar, çığlık atarak, şoförsüz araçta uzaklaşırlarken iki çocuk birbirlerine neşeyle gülümsüyorlar. Ardından Sophie derste argo kelimeler kullanıyor, Julien ise müdürün odasındaki halıya işiyor. Julien, Sophie’nin ablasının düğün pastasını yere düşürüyor, Sophie ise Julien’in annesinin mezarında şarkı söylüyor. Böylece kutu el değiştirdikçe birinin diğerine meydan okuduğu bir oyun başlamış ve kuralları da netleşmiş oluyor. Oyun iki çocuğun mutsuz dünyalarında yaşamın dayanılmaz gerçeğine karşı bir tür meydan okumaya dönüşüyor. Oyunların keyfe keder yapısı ve istenildiği anda bırakılma olasılığı, Julien ve Sophie’yi bir yandan özgür kılarken, diğer yandan gündelik yaşamın gerçeğinden kaçarak inşa ettikleri bu geçici masalsı dünya ve bu dünyanın sunduğu mükemmellik hissi, onları aynı zamanda oyuna tutsak ediyor.
Doygunluğu arttırılmış canlı yeşil ve kırmızının hakim olduğu evren Sophie ve Julien’in hayali dünyalarını simgelerken, bu masal dünyasının dışına çıkılan her anda; örneğin annenin hastanedeki ölüm sahnesinde, ikilinin birbirlerine aşklarını itiraf ettikleri sahnede ya da finaldeki ölüm sahnesinde renkler canlılığını yitiriyor. Gerçeğin “soğukluğu” karşısında Julien ve Sophie, gerçekten kaçmayı, tüm tabuları oyunları aracılığı ile yıkmayı tercih ediyorlar. Böylece oyun ikisi arasındaki özel alanı tanımlamaya başlıyor ve onlara artık yalnız olmadıklarını da fısıldıyor.
Julien ve Sophie, bu oyun sayesinde “biz” oluyorlar. İki çocuk eksik duygularını oyun aracılığı ile kapatmaya çalışırken, oyun aynı zamanda Julien ve Sophie’nin gerilimlerini azaltmaya ya da arzu ve isteklerini telafi etmeye de yarıyor. Dolayısıyla heyecan, sevinç, mutluluk, gerilim, adrenalin, aşırı ayartma gücü ile iki çocuğun hayatlarının vazgeçilmez unsuru olan oyunları, onlar büyürlerken de devam ediyor. Her geçen gün oyuna daha da bağımlı hale gelen ikili, çevrelerine ve kendilerine zarar verişlerini umursamadan oyunun limitlerini her seferinde daha da yükseltip, birbirlerini daha fazla tahrik ediyorlar Sophie Julien’in, ardından sırası geldiğinde Julien Sophie’nin canını yakıyor. Sophie, oyuna Julien’in nikahını alet ederken, Julien gözlerini bağladığı Sophie’yi bir tren rayında öylece bırakıyor. Sıra Sophie’ye geldiğinde ise teklif epeyce sertleşiyor: 10 yıl boyunca görüşmemek!
Bu görüşülmeyen on yılda evlenen Julien ve Sophie’nin mutsuz bir yaşam kurdukları görülüyor. Yıllar sonra bir araya geldiklerinde, Sophie dayanıklılıkları ile övünerek “On yıl çok uzun” diyor. İkilinin çektikleri acıya rağmen, kural ihlali yapmaya cesaret edemedikleri görülüyor. Çünkü bu oyunda, oyun evreninin çökmesi ikilinin biz duygusunu yitirmeleri anlamına geliyor.
Çocuklar büyüdükçe sevgilerinin simgesi olan oyun, aşklarının da gizli simgesine dönüşüyor. On yıl sonra yeni oyun, neşe içinde kaldığı yerden devam ediyor. İkili cesaretlerini, sabırlarını, yaratıcılıklarını, özlemlerini ve güçlerini sınarlarken, yaşamlarında sahip oldukları her şeyi zalimce bir kenara itiyorlar. Julien bu yeni oyunu “saf, el değmemiş, gümbür gümbür haz!” olarak tanımlıyor.
Dördüncü ve son epizot Nihai Savaş ismi ile bir inşaat içerisinde başlıyor. Birbirlerini hiçbir zaman bırakmayacaklarını söyleyen ikili, diğer oyunların taşıdığı mekansal ve zamansal sınırlılıkları aşan son cesaret oyununda, üzerlerine dökülen çimento ile ölümsüzleşmeye karar veriyorlar. Julien çimento altında donmuş görüntüleri görünürken “Oyunu böyle kazandık. Bir arada ve mutlu” diyor ve ekliyor: “Betonun derinliklerinde son bir rüyayı, bir çocukluk hayalini paylaştık. Ebedi bir aşkın hayalini.”
Daha önce Julien’in annesi ile olan mutlu anlarını betimleyen sarı renk, filmin sonunda da mutlu ve huzurlu ruh halini simgeliyor. Yönetmen, seyircisine Julien ve Sophie’nin hayatlarının geri kalanını el ele yaşlanarak geçirdiklerini hayal ettirirken, çimento üzerinde gösterilen teneke kutu, ölümün soğuk gerçekliğini işaret ediyor. Bu ikilinin oyunlarının da her oyun gibi başladığı, oyunun kendi kurallarını koyduğu, sonuna kadar oynandığı ve bittiği anlaşılıyor. Filmin finalinde “Sophie benim en iyi arkadaşım” diyen çocuk Julien’in sesi sonsuzlukta yankılanırken, izleyici hazmedilmesi epeyce zor bir son ile baş başa bırakılıyor.
Öteki Sinema için yazan: Zehra Yiğit
Zehra hocamın bir sözünü hiç unutmuyorum zor günlere sert filmler iyi gelir. Hocamdan film istedim sağolsun onca işinin arasında beni kırmayıp film önerdi (canım hocam:) hocam tam bana göre bir film söylemiş ben izlerken hop oturup hop kalktım. Neden filmler La La Land gibi olmaz ki derdim olmuş öyle olmuş :) hatta daha derin şeyler de olmuş. Çocukluk kompleksler masumluk aşk ve en önemlisi oyun. Hocam renklere kadar değinmiş filmi bir kere izledim yazıyı 3 kere okudum. Ben 10 yıl bahsederm artık bu filmden . Emeğinize bakışınıza kaleminize sağlık hocam:)
Sevgili Melek, tesekkurler. Biriktirdigimiz güzel kitaplar, güzel filmler, güzel yazılarda, farklı mekanlarda da olsa buluşmak, ne keyifli… Sevgiler…