Kült Filmler Zamanı: The Hourglass Sanatorium (1973)

12 Temmuz 2019

blankPolonyalı Yahudi yazar Bruno Schulz’un ikinci öykü kitabı Sanatorium Under the Sign of the Hourglass’ı (Sanatorium pod Klepsydra) olabilecek en kötü ya da belki en mükemmel ortamda okumak durumunda kaldım: Bir hastane koridorunda, bir bekleme odasında ve Acil’de. Üç ayrı hastanede uzunca süreler hastamızı beklerken sayfalar su gibi aktı. Okurla ilk kez 1937 yılında buluşan kitapla ilgili ilk izlenimim; yazıldığı dönemi de hesaba katarak, Franz Kafka, Marcel Proust ve Henri Bergson etkisinde şekillenmiş olduğuydu. Yazarı araştırınca, bilhassa Bergson, Kafka ve Thomas Mann etkisinin başka araştırmacılar tarafından da dile getirildiğini gördüm. Maalesef Schulz’un ömrü, üzerinde çalıştığı ilk romanı The Messiah’ı (Mesih) bitirmeye yetmedi, 1942 yılında işgalci bir Nazi subayı tarafından sokak ortasında vurulup öldürüldüğünde 50 yaşındaydı.

Bugün Kült Filmler Zamanı kapsamında ele alacağımız film; Wojciech J. Has’ın Sanatorium Under the Sign of the Hourglass’tan uyarladığı -bizde Kum Saati Sanatoryumu adıyla gösterilen- The Hourglass Sanatorium (Sanatorium pod Klepsydra, 1973). Bu şahane filmi ilk kez birkaç yıl önce seyretmiştim, nihayet uyarlandığı kitabı okuyunca geçen hafta 124 dakikalık versiyonunu sahne sahne analiz etmek için bir kez daha seyrettim, bir kez daha büyülendim ve hatta filme olan hayranlığım katlandı çünkü Wojciech J. Has’ın filmi tam bir uyarlama şahikası. Ama öyle böyle değil. Has; çeşitli eksiltmelerle kitabın derinliğini katlamakla kalmıyor, ustaca hamlelerle ona başka boyutlar da ilave etmeyi başarıyor. Bu filmi o kadar çok beğendim ki, filmle ilgili iki ayrı yazı yazacağım. İlki bu genel değerlendirme olacak. Diğerinde ise kitapla filmi derinlemesine kıyaslayan bir inceleme yazıp, zaman mefhumuyla, Yahudi tarihiyle ve Hasidizm’le (bir tür Yahudi aydınlanma hareketi) kurduğu ilişkiyi irdelemeye çalışacağım. Hadi başlayalım…

Yahudi asıllı yönetmen Wojciech J. Has, “Ben uyarlanması imkânsız olarak görülen kitapları uyarlayacağım” mottosuyla ilk yola çıktığında tarihler 1964’ü gösteriyordu. Bu çaba sonucu ortaya çıkan The Saragossa Manuscript (Rekopis znaleziony w Saragossie, 1965), zor beğenmesiyle tanınan Luis Bunuel’in bile hayranlığını kazanan bir anlatım harikası olmuştu. O güzel filmi de ileride bu seride sizlerle paylaşacağız, onu biraz daha araştırmam lazım. Neyse, o filmden birkaç yıl sonra, 1967-68 yıllarında, Polonya’da Yahudi-karşıtlığı tekrar hortlamış ve Has, kendi köklerine ve geçmişine saygı duruşunda bulunan, üstelik sinema zevkini ve anlayışını yansıtabileceği yeni projesini bulmuştu: Bruno Schulz’un Sanatorium Under the Sign of the Hourglass’ı.

blank

Filmin ön hazırlıkları 1968 yılında başladı. Wojciech Has’ı kitabından yapısından kaynaklanan çetin bir zorluk bekliyordu. İnsanların çeşitli hayvanlara (köpek, kabuklu hayvan vb.) dönüştüğü, zaman mefhumunun lineer akıştan (Kartezyen) uzaklaşıp iç içe girerek karmaşıklaştığı, eşi benzeri olmayan sürreal (üst-gerçekçi) öykülerden oluşuyordu bu ilginç kitap. Schulz’un öyküleri fena hâlde otobiyografikti ama siyasi derinlikten yoksundu. Has, kitabı uyarlamaya karar verdiğinde başına gelecekleri az çok seziyordu. Hem özgün ve yetkin hem de boyunduruğu altında bulundukları totaliter rejimin ilgili kurullarına kabul ettirebileceği bir eser ortaya koymalıydı, lakin sanatçı yönü ağır bastı ve bu hedeflerden birini eleyip devre dışı bıraktı. İyi ki de bıraktı. Ama bedelini ağır ödeyecekti. Çekim süreci siyasi otorite tarafından birkaç kez ertelenen ve ancak yıllar sonra tamamlanan The Hourglass Sanatorium’un gösterimi de geciktirildi ve kaçak yollarla Cannes Film Festivali’ne gönderilen film, Altın Palmiye’ye aday gösterilip Fransa’dan Jüri Ödülü’yle dönmesine rağmen ülkesinde yasaklandı. En korkuncu da yönetmen Wojciech Has’a getirilen film çekme yasağı oldu. Has bir sonraki filmini 1983 yılında çekebilecekti!

Schulz’un kısa öykülerden oluşan kitabı Sanatorium Under the Sign of the Hourglass, genç bir adamın, Józef/Joseph’in anımsadığı hatıralardan oluşur. Öyküde birkaç ana kahraman (baba, anne, evdeki yardımcı, birkaç akraba ve arkadaşı vs.) vardır ve hikâye sürreal dokunuşlarla taçlandırılır. Has, kitaptaki öykülerin iki tanesini (“Spring” ve kitaba adını veren “Sanatorium Under the Sign of the Hourglass”) merkeze alır, birkaç tanesini de (“My Father Joins the Fire Brigade”, “Dead Season” vb.) hikâye örgüsü içinde çaktırmadan eritir. Filmin öyküsü özetle şöyle: Bir oğul, özel bir sanatoryuma yatırdıkları babasını ziyarete gider. Bu sanatoryumda eşi benzeri olmayan bir tedavi yöntemi uygulanmaktadır: Doktor, hasta için zamanı durdurur. Evet, yanlış okumadınız, zamanı durdurur. Hasta, alternatif bir gerçeklikte yaşamını sürdürmektedir, oysa gerçek hayatta çoktan ölmüştür. Sadece alternatif bir zamanda (kullanılmış zaman/used-up time) var olmaktadır. Oğul babasını ziyaret ettiği esnada kendi geçmişinden kritik parçalar hatırlamaya başlar. Neden? Çünkü bireyin yaşamı üzerinde böylesi etkili konumda olan bir şahıs (mesela baba ya da anne) öldüğünde ya da ölüm döşeğinde olduğunda (ki bu öyküde/filmde ilginç bir şekilde -normal şartlarda- birbirini bütünüyle dışlayan iki durum bir arada yaşanır), sadece ona ait anıları hatırlamazsınız, onun yaşadığı (var olduğu) zamanda yaşadığınız diğer şeyler de aklınıza düşer. Hatta hayatını kaybetmiş bir sevdiğinizi düşündüğünüzde kimi zaman onun da yer aldığını düşündüğünüz ama kısa bir süre sonra “O orada yoktu ki” dediğiniz şeyleri de çekip çıkarırsınız hafıza sarayınızdan. Bu saray, kapalı/kilitli odalardan oluşmuş bir yapı gibidir. Bazı odalar daha arkalarda ya da gizli yerlerdedir, bazı odalarda ise bastırılmış anıları depolayan ekstra dolaplar ve çekmeceler vardır. Belleğinizi zorladıkça bu kilitli bölümler açılır ve anılar ortaya saçılır. Bu hatıralar çoğu zaman dağınıktır. Mesela filmin uyarlandığı kitapta böyle. Has ise filmde özgün bir yöntem kullanarak bu kopuk hatıraları birbirine bağlayıp akışkan bir anlatı kurmayı başarıyor.

blank

Bence Wojciech J. Has’ın birkaç önemli tercihi, filmi kitaptan bambaşka bir yere konumlandırmamızı sağlıyor. Bunlardan ilki, Józef’i oynayan kişinin hiç değişmemesi, yani Józef’in çocukluğunu da Jan Nowicki oynamaya devam ediyor, hem de aynı kıyafetlerle. İlk başlarda tuhaf gelen bu tercih, Nowicki’nin jest ve mimiklerini değiştirmede gösterdiği ustalık nedeniyle bertaraf edilmekle kalmıyor, bir nevi akışkanlık sağlayarak filmin sürreal yapısını da desteklemiş oluyor. Çocukluğumuza ışınlandığımız rüyalarda ve gündüz düşlerinde çoğunlukla rüyaya daldığımız yaşta (ve bilinçte) oluruz, geri kalan herkes (bilhassa ölen yakınlarımız ve tanıdıklarımız) ise onları hatırladığımız yaştadır. Has, bu deneyime güvenerek bir kumar oynuyor ve ilginç bir şekilde bu yöntem başarıyla çalışıyor. Józef’in Adele’yle, Bianka’yla/Bianca’yla, Rudolph’le ve babasıyla olan ilişkisini, annesinin babasıyla olan ilişkisini, babasının iş hayatını, babasının en büyük hobisini, kısacası onun geçmişini var eden ortamı peş peşe sıralanmış bir dizi hatırada tekrar canlandırışına şahit oluyoruz. Burada farklı zaman ve mekânlarda geçen olaylar arasında müthiş dinamik geçişler icat ediyor Has. Bir yatağın altından ya da bir masanın altından bambaşka bir dünyaya ışınlanıyoruz. Kitapta, bilhassa Spring adlı öyküde, farklı coğrafyalara (“dünyalara”) geçiş için simgesel olarak kullanılan başka bir şey (pul albümü/koleksiyonu) var ama bunu diğer yazıya saklayacağım.

Kitabın genel dokusunun rüyayı andırdığı doğru, zaten Bruno Schulz, birçok ismi gerçek hayattakiyle aynı kullanmış ama ana karaktere Bruno yerine Józef demesinin ardında yatan iki basit ama şaşırtıcı neden var: Józef/Joseph ismiyle, bildiğimiz Hz. Yusuf’a atıfta bulunuluyor. Hâliyle babası da Jakub/Jacob, yani Yakup (Peygamber). Burada Tevrat’a gönderme yapılmasının bir sebebi var, bunu kitapla filmi kıyaslayan yazıda çok daha detaylı bir şekilde inceleyeceğim ama kabaca söyleyeyim, Hz. Yusuf rüya tabirleriyle meşhur olmuş bir peygamberdir, Allah ona rüyaları yorumlama mucizesi bahşetmiştir, yorumladığı rüyalar yorumladığı şekilde gerçekleşmiştir. (Yahudi kavminin onun soyundan geldiği gerçeğini de atlamayalım.) Schulz’un Hz. Yusuf’a göndermede bulunmasının diğer sebebi ise son derece kişisel. Schulz hakkındaki araştırmalarda, yazarın en sevdiği kitaplardan birinin Thomas Mann’ın Yusuf ve Kardeşleri adlı eseri olduğunu öğreniyoruz. (Mann’ın Der Zauberberg’iyle [Magic Mountain/Büyülü Dağ, 1924] bağlarına diğer yazıda değineceğim, bu eserler benzer mekânlarda geçmekle kalmıyor, çok spesifik göndermeler de mevcut.) Mann Yusuf ve Kardeşleri adlı dört ciltlik görkemli eserinde Hz. Yusuf’un ve babasının öyküsünü bambaşka bir dille anlatır. Tabii Schulz’un ömrü bu eserin dördüncü ve son cildini (Joseph the Provider/Doyuran Yusuf) görmeye yetmedi, maalesef sadece ilk üç kitabı okuyabildi, son cilt o katledildikten bir yıl sonra 1943’te yayımlanmıştı. Bu arada, yeri gelmişken hem Mann’ın kitabını hem de Nazım Hikmet’in birçok bölümünü doğrudan Tevrat’tan aldığı “Yusuf ile Menofis” piyesini tavsiye edeyim.

blank

Cam kırıklarını andıran hatıraların detaylı analizini diğer bir yazıya bırakmakla beraber The Hourglass Sanatorium’da etkilendiğim birkaç noktayı kabaca paylaşacağım. İlki, Józef’in cinsel uyanışının son derece estetik bir şekilde verilmesi. Has, kitapta baba Jakub’un/Jacob’un itfaiyecilerin (tulumbacıların) başına geldiğini ilan ettiği öyküdeki birçok öğeyi eksilterek filmi fallik okumaya olanaklı kılmayı başarıyor. Adele’nin odasına girmeye çalışanlar, kadının yatağının altındaki itfaiyeci ve onun şapkasını alıp giyen Józef’le müthiş bir ima gücü yaratıyor Has. Bu tip anlarda filmin kitabı fersah fersah aştığını ifade etmeliyim. Bir başka çarpıcı nokta da masalsı bir hikâyenin içine monte ettiği “ilk aşk” deneyimi. Burada uçuk kaçık bir anlatının tam ortasında ayakları yere sağlam basmayan (hayalperest) Józef’in, sevdiği kızı, Bianka’yı, en yakın arkadaşına kaptırışına ve nedenini filmin finalinde anlayacağımız şekilde bu travmayla yüzleşip atlatmasına tanıklık ediyoruz.

Gelelim filmin ana gövdesindeki baba-oğul ilişkisine. Józef’in hatıralarının yarıdan fazlasının merkezinde babasının yer aldığını görüyoruz. Jakub/Jacob eksantrik bir insan. Hayatı enine boyuna yaşayan coşkun insanlardan. Hem yemek hem kuş odası hem de alışveriş sahnelerinde Hedonist tavırlarıyla dikkat çekiyor. Resmen Dionysosçu. Józef onu olduğu gibi seviyor ve saygı duyuyor (kitapta da böyle), annesiyle diyaloğundan da bunu anlıyoruz. Evet, Jakub zor biri ama yine de insanları çevresine toplayan benzersiz bir aurası var. Józef ona hayran. Wojciech J. Has, sanatoryumda yaşananları ve finali bir hayli değiştirerek, Józef’in varlığına (varoluşuna) yeni bir anlam katmayı başarıyor. Filmi ilk kez seyrettiğimde Józef’in babasının yer aldığı hatıralarla yer almadıklarını ayırmak için bulduğu çözüm gözümden kaçmıştı ama bu sefer katman inşasına dair kırılımın nerede olduğunu yakaladım. Gün gibi aşikârmış aslında, ben görememişim. Filmin başlarında Józef’in pencereden bakıp dışarıda kendini gördüğü bir sahne var. Film, o noktadan itibaren iki katmanlı bir yapı kazanıyor. Bir Józef hatıralarda denizinde yüzerken, diğeri (birazdan açıklayacağım) mevcut varoluşuna devam ediyor. Hâl böyle olunca filmin, filme adını veren öyküden ayrıştığı net bir şekilde ortaya çıkıyor. Orijinal öykünün finali, Józef’in babasının dükkânında hangi hediyeyle karşılaştığı ve sanatoryumun önünde bağlı olan köpek görünümündeki insan gibi dehşet uyandırıcı detaylar filmde yok çünkü film başka bir şey anlatıyor, hem de daha dehşet verici bir şey. Gelelim bomba finalin nasıl yorumlanması gerektiğine…

blank

Polonya, Macaristan ve Çek Sineması gibi mazruf (içerik/özellik) kadar zarfın da (kimlik/aidiyet) önemli olduğu ülke sinemalarında film isimlerine dikkate etmek gerekir. Bu ülkelerde eser isimleri üzerinde çok düşünülür ve gerekirse aşırı uzun bir isim konur. Kitabın ve filmin orijinal adı Sanatorium pod Klepsydra, birebir İngilizcesi Sanatorium Under the Hourglass. Celina Wieniewska bunu İngilizce’ye Sanatorium Under the Sign of the Hourglass olarak çevirmiş. Buradaki “sign” sözcüğünü, kitabın astrolojiyle haşır neşir oluşundan hareketle (ruhuna uygun olarak) hastanenin adının bulunduğu bir “isim tabelası/levhası” değil de “burç” olarak çevirmek daha doğru olur, yani “Kum Saati Burcundaki Sanatoryum”. Tabii filmde buna doğrudan bir gönderme yok. Eğer gözümden kaçmadıysa filmde ve kitapta “Kum Saati” tabelası da yok, kum saati de yok. Hâl böyle olunca bu garipliği biraz araştırdım ve aradığım şeyi, bir eleştirmenin yazısında buldum. Kitaba ve filme adını veren Klepsydra sözcüğünün Lehçede bir anlamı daha varmış. Klepsydra kelimesi, ölüm/vefat ilanı (obituary notice/notice of death) manasına da geliyormuş. Aslında biz tüm eser boyunca bir vefat ilanına şahit oluyoruz, ne var ki, bence filmde öldüğünü anladığımız kişiyle kitaptaki bal gibi farklı. Aslında film boyunca yer yer ortaya çıkan kondüktörden, ilk başta anlamsız gibi gelen konuşmalardan, Józef’in bir sahnede âdeta mezardan çıkmasından ve yine Józef’in bağışlama/bağışlanma (Mann’a gönderme yapan “forgivingness/forgiveness”) ritüelleri nedeniyle bunu az-çok tahmin ediyorduk ama filmin son dakikaları bütün şüpheleri dağıtıyor. Bruno Schulz’un kitabında Jakub’un ölümü haber verilirken (zaten taksit taksit ölmekte olan Jakub, sonunda Kafkaesk bir şekilde bir kabukluya dönüşür), Wojciech J. Has’ın The Hourglass Sanatorium’unda (Sanatorium pod Klepsydra, 1973) aslında Józef’in vefat ettiğini öğreniyoruz ve açılıştaki tren sahnesinden başlayarak bütün taşlar yerli yerine oturmuş oluyor. Ne diyelim? On üzerinden onluk bir kült film. Kaçırmayın.

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

2 Comments Bir yanıt yazın

  1. Selamlar üstadım, ilgiyle takip ediyorum yazılarınızı. Haddim değil ama sizden gelecekte bir Hisayasu Satô yazısı beklerim şahsen ya da Shinya Tsukamoto. İki deli manyak Japon ve Öteki Sinema için biçilmiş kaftan olurlar.

  2. Devam yazılarını nereden bulabiliriz acaba?

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Messiah of Evil (1973)

1970’lerde genç bir Lovecraft olsaydı, herhalde Messiah of Evil'a aşık
blank

Battle Beyond The Stars / Yıldızların Ötesinde Savaş (1980)

Becerikli ve eli çabuk "ucuz film" yapımcısı Roger Corman sunar: