*** Bu yazı, baştan sona ‘sürprizbozan’ içermektedir. ***

The House with the Laughing Windows posterBir Afrika atasözünde denir ki, “aslanlar kendi tarihçilerine kavuşana kadar kitaplar avcıyı övmeye devam edecektir”. İtalyan sineması, hem iyi bütçelerle film çeken meşhur yönetmenleri hem de düşük bütçeyle B-sınıfı filmler çeken yönetmenleri düşünüldüğünde son derece zengin ve şaşırtıcı bir arşive sahip. Adı sanı pek de duyulmadık, dişe dokunur bir ödülü olmayan, sinema eleştirmenlerinin en-iyiler listelerine giremeyen, genel olarak kabul görmemiş ikinci sınıf yönetmenleri bile belirli bir sinema duyusuna sahip olarak yetişiyor, burası kesin. Hatta bu yönetmenlere ikinci sınıf demek bile hakaret, sözümü geri alıyorum. Şimdi size seçkin giallolara imza atmış birkaç İtalyan yönetmen ismi sayacağım: Armando Crispino, Luigi Bazzoni, Antonio Margheriti, Giulio Questi, Massimo Dallamano, Antonio Bido, Riccardo Freda, Flavio Mogherini, Luciano Ercoli, Paolo Cavara…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

Kabul edelim, ülkeleri dışında görece az bilinen bu yönetmenlerin bir çırpıda iki üç filmini sayıvermek zordur. Halbuki bu yönetmenlerin zamanın akışına aslanlar gibi direnen, kaya gibi sapasağlam ve dimdik duran başyapıtları var. “The House with the Laughing Windows”un yönetmeni Pupi Avati de onlardan biri. Bir gün bu yönetmenlerin (Sollima, Valerii vb. de dahil olmak üzere) kendi ülkeleri dışında da gerçekten hak ettikleri yere geleceklerine şüphem yok. Şimdilik, adeta keşfedilmeyi bekleyen saklı hazineler gibiler. Sadece kendi tarihçilerine kavuşacakları günü bekliyorlar.

Pupi Avati, Bologna Üniversite’sinde Siyaset Bilimleri okumuş, (2013 itibariyle) halen aktif olarak çalışan ve ülkesinde tanınan/bilinen bir yönetmen. Birçok filmiyle birçok adaylığı ve ödülü bulunuyor (Noi tre (1984) ile İstanbul Film Festival’inden de bir Jüri Özel Ödülü kazandığını ekleyelim). Pupi Avati, keskin bir Fellini ve Pasolini hayranı. Jenerikte adı geçmemesine rağmen Pasolini’nin efsanevi “Salò, or the 120 Days of Sodom” (1976) filminin senaryo ekibinde de görev yapmış, siyasi angajmanı yüksek biri. Ayrıca Fellini Vakfı’nın başkanlığını da yürütmüş. Korku türünün hayranları onu siyasi okumalara açık altmetni, sürprizlere gebe senaryosu ve kötümser finaliyle belleklere çakılan Zeder (1983) filminden tanıyorlar. Birçokları ise onu efsanevi poker filmi “Regalo di Natale” ve yaklaşık 18 sene sonra çektiği devamı “La rivincita di Natale”den hatırlarlar. Tüm hayatım boyunca izlediğim en çarpıcı, en özgün filmlerden biri olan 1986 yapımı “Regalo di Natale”ye ileride tekrar döneceğim, bugünkü konumuz giallo türüne yaptığı benzersiz katkı ve türü değiştirme/dönüştürme çabası nedeniyle, “The House with the Laughing Windows” (Gülen Pencereli Ev)…

The House with the Laughing Windows 01

Klasik bir pencere ne işe yarar? Aslına bakarsanız dışarıyı görmenizi engellemez, dışarıdan görünmenizi de engellemez. Klasik bir pencere aslında sadece sesi engeller. İşte bu film, herkesin gördüğü/bildiği hem de iyi bildiği ama hiç kimsenin konuşamadığı, herkesin suskun kalmayı tercih ettiği bir gerçeğin arayışını anlatıyor. Yani bir pencereyi anlatıyor. Bütün bu saçmalığa/gaddarlığa/vahşete kahkahalarla gülen bir pencereyi…

“The House with the Laughing Windows” klasik giallo anlatısında sıkça rastladığımız gibi, daha sonra filmde kilit bir öneme sahip olacak bir sahneyle başlıyor. Histerik bir konuşma eşliğinde hunharca işlenen bir cinayete tanık oluyoruz. İkinci sahnede ise, yine klasik giallo anlatısında çokça rastladığımız gibi bir yolculuğa şahit oluyoruz. Ana kahramanımız (ve daha sonra sevgilisi olacak yeni atanan ilkokul öğretmeni) bir tekneyle (bütün olayların geçtiği/geçeceği) Ferrara kasabasına gidiyorlar. Teknenin kıyıya yanaştığı sahne benim filmde en sevdiğim sahne. Kendi atmosferini seyirciye dikte eden, büyüleyici, grotesk ve taşıdığı zıtlıklarla bir o kadar da unutulmaz bir sahne. Küçük yeşil bir tepenin önünde duran, kıpkırmızı, eski bir Mercedes. Arabanın önünde şoför olduğu anlaşılan, toprak rengi tulum elbise giymiş iriyarı bir adam ve bembeyaz bir takım elbise giymiş bir cüce. İyi giyimli, şapkalı cücenin kravatı kırmızı ve elinde bir baston var. Kamera nehrin üzerinde usulca yavaşlayan ve iskeleye yanaşmakta olan tekneyle beraber sola kayarken, fonda sakin, belli belirsiz bir piyano sonatı duyuyoruz. Kamera giderek sahilde bekleyen, gerek renk paleti açısından, gerekse nesnelerin boyutları icabı kontrastlarla dolu sıradışı görüntüye odaklanırken, görkemli geniş açısından taviz veriyor. Aynı anda cüce yavaşça öne doğru (iskeleye doğru) yürüyor. Tek kelimeyle harikulade bir görüntü. Doğanın sükunetiyle muazzam bir kontrast yakalanıyor. Kırmızı araba, yeşil arkaplan, cüce ve dev! İşte bir fresktesiniz.

Dürüst olalım, bu filmin çok güçlü, tıkır tıkır işleyen bir hikayesi yok. Bu filmin asıl başarısı müthiş oyunculukları, unutulmaz müzikleri falan değil, hatta bu filmde (ekrana gelen) doğru düzgün cinayet bile yok. Evet, klasik giallo anlatısının aksine bu filmde (neredeyse) hiçbir cinayeti ekranda görmüyoruz. Eski bir caz sanatçısı, politik aktivist, romancı ve üretken bir senarist olan Pupi Avati, öyle beylik laflara falan girmiyor, grafik şiddete de sırtını dayamıyor. Morricone ya da Nicolai gibi bir ustaya sahip olmadığının farkında. Ama karşımızda orta karar bir senaryodan, orta karar oyuncularla çıkartılmış bir başyapıt var. Peki nasıl oluyor da Avati dört dörtlük bir sanat çalışması ortaya koyabiliyor? Film bu başarısını yakaladığı atmosfere borçlu. İnanın bana, sinema tarihinde “The House with the Laughing Windows” kadar güçlü, etkileyici ve unutulmaz bir atmosfer yakalayabilmiş çok az film vardır. Yönetmen, filmin hikayesi ile seyirci arasındaki mesafeyi o denli şaşırtıcı bir biçimde dizayn ediyor ki, şaşırmamak elde değil. Yapım tasarımı, kostümler ve kışkırtıcı mekan seçimleriyle neredeyse tüm bir set çalışması parmak ısırtıyor. Yönetmen, seyirciyi adeta filmin içine hapsediyor ve onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor.

The House with the Laughing Windows 03

Avati’nin sadık görüntü yönetmeni Pasquale Rachini’nin kırsalda yakaladığı kareler, soluk, pastel renklerin hakim olduğu düşsel tasarımlar, gotik iç mekan çekimleri hikayenin bütün açıklarını kapamak üzerine tasarlanmışa benziyor. Kahramanının yavaş yavaş bir cehenneme, bir kabusa dönüşen hikayesini benzersiz bir atmosferle adeta iliklerimize işliyor Avati. Tekinsizlik, tedirginlik ve yabancılaşma izleyiciyi adeta kuşatıyor. Dakikalar ilerledikçe bir tarafta ressam modeline/maktulüne/kurbanına kavuşurken bir yandan da Avati filmine/sanatına/eserine kavuşuyor. Ne seyirci olarak biz, ne de zavallı Stefano, bu cehennemvari atmosferden ve nihai kıyımdan kendimizi kurtarabiliyoruz.

İkinci dünya savaşından sonraki yıllarda, çorak/kıraç bir arazinin ortasında bir kabusu anımsatan/çağrıştıran mekanlar… Doğayı kontrol edip ölüme direnmeye çalışan, ölümden önceki son yaşam anını yakalayıp resmetmeye çalışan ve bu yolla ölümsüzlüğe ulaşmaya çalışan psikopat bir ressam Buono Legnani, Legnani’nin ona tapan, akıl hastası kız kardeşleri, çevreci bilimadamı Dr. Antonio, hafif meşrep ilkokul öğretmeni, şüpheli restoran sahibi ve (ressamın yokluğunu kutsamak için) sağa sola çiçek bırakan gizemli karısı, kilisedeki peder, pederin yardımcısı, akıldane Lidio, otoritenin yetersizliğini/acizliğini simgeleyen cüce Belediye Başkanı Solmi, başkanın şoförü (‘kilise karşıtı’ tek kasabalı) Coppola, Aziz Sebastian’ın katledilişine dair bir freski onarmaya gelen inatçı ve idealist sanatçı Stefano, Stefano’nun sevgilisi öğretmen Francesca. Herkes ama herkes solgun renklerden oluşan bir zeminin önünde adeta görkemli ve sıradışı bir freski tamamlıyorlar. Korkunç bir ahlaki çöküşün freskini çiziyor Avati.

“The House with the Laughing Windows”ta; kilisenin/katolizmin/tarikatların, suça seyirci kalan polisin/halkın/toplumun, korkaklığın/konformizmin/bağnazlığın, içe kapanık/çıkarcı/pasif yerel yönetimlerin de eleştiriden kendine düşen payı alıyor. Filmde, kızkardeşlerden birinin din kurumunu diğerinin de aile kurumunu temsil ettiğini iddia etmek sanıyorum yanlış olmaz. Avati’ye göre “kana susamış canavarı” yani faşizmi besleyen de bu iki kurumun ta kendisi!

Sinema türlerinde revizyon yaratmak, türe yeni bir yön ve bakış açısı sağlamak, üstüne üstlük özgün/benzersiz/eşsiz bir eser ortaya koyabilmek kolay değildir. Avati’nin “The House with the Laughing Windows”u, İtalyan usulü seri-cinayet sineması (giallo) açısından bunu başarıyor. Gotik filmleri, grand guignol tarzını ve sır/gizem/muamma filmlerini (mystery movies) giallonun bünyesinde ustaca eritiyor. Cinai zamanlama ritmini bütünüyle alt-üst ediyor, filmin asıl cinayetlerini, ardı ardına yaşatacağı şokları son 15 dakikaya yığıyor ve unutulmaz karamsarlıktaki finalinde klasik anlatıda sıkça karşılaştığımız katharsis’e geçit vermeyip, seyircisinin hevesini boğazına tıkmayı tercih ediyor.

Avati bir yandan “Peeping Tom”a, “The Collector”a ve Dario Argento’ya saygı duruşunda bulunurken, bir yandan da korku ve dehşet sinemasına benzersiz bir film armağan ediyor. Giallo türünün “Il conformista”sını…

The House with the Laughing Windows 02

Kasabanın savaşta büyük tahribata uğramış olması ve kasabalılarda derin acılar bırakmış olması, Alman yapımı kayıt cihazı, Coppola’nın vücudundaki izler için ‘savaş yaraları’ denmesi falan, bunları geçiyorum. Aslına bakarsanız bu filmin altmetninde keskin bir faşizm eleştirisi olması tamamen başka bir metafora, müthiş bir şekilde gizlenmiş, hınzırca bir alegoriye bağlıdır. Ben doğrudan söylemeyeceğim, elimizdeki bilgileri alt alta sıralamakla yetineceğim. Bakalım bu ressam size de tanıdık gelecek mi?

Hadi başlayalım:

“The House with the Laughing Windows”, babasını kaybetmiş, annesine çok düşkün, kendini sanatına adamış, ölümle takıntılı bir ressamı anlatıyor.

Bu ressam “ıstırabın ressamı” olarak biliniyor.

Ressam gücünü/ününü/üretkenliğini/sanatını insan acılarına ve ölüme borçlu. Sanatını/düşlerini/hayallerini/kendini gerçekleştirmek için bazen birilerini ölüme göndermesi gerekiyor ve kendine fanatik düzeyde bağlı yardımcıları/kardeşleri sayesinde bundan hiç çekinmiyor. Bir tür tarikata (cult) mensup ve gerekirse dini/kiliseyi/azizleri sömürmekte sakınca görmüyor. Kendi yöresinin/kasabasının/toplumunun insanları ondan ve yardımcılarından korkuyor, acıya/işkenceye/hunharlığa ve ölüme yol açmaktan başka bir işlevi olmayan bu canavarın ve ona taparcasına sadakat besleyen yardımcılarının yaptıkları karşısında suspus olup oturuyorlar. Herkes suçun sessiz tanığı oluyor. Ressam adeta makineli tüfek gibi konuşuyor, unutulmaz bir hitabeti var. Arasıra aniden duruyor ve sözcükleri ritmik olarak tekrar ediyor. Ressamın psikopat olduğu konusunda herkes hemfikir. İşte bu zır deli ama yetenekli ressam artık “sanatını” üretemediği (yani ölümle beslenemeyeceğini anladığı, başka seçeneği kalmadığı) için intihar ediyor. Kendini yakıyor ve yardımcıları cesedini yok ediyorlar. Ressamın cesedi kayıp. Ama o ölmüş olmasına rağmen, bazıları hala ona tapmaya ve/veya ondan korkmaya ve/veya onu yaşatmaya ve/veya onu (veya düşüncelerini) geri getirmeye çalışmaya devam ediyorlar.

İki kız kardeşe sahip olan, ölümle beslenen, “acının/ıstırabın ressamı” size de tanıdık geldi mi?

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

2 Comments Bir yanıt yazın

  1. hangi ressam acaba, yazsaydınız keşke.
    biyografi hafızamız kötü olabilir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Seven Blood-Stained Orchids (1972)

Umberto Lenzi’nin kanlı giallo’su Seven Blood-Stained Orchids, ucuz romanlarıyla tanınan
blank

The Abandoned (2006)

Bir bütün olarak ele alırsak, ortaya çıkan iş çok kötü