SpotlightAmerikan Ulusal Eleştirmenler Birliği (NSCF) tarafından yılın en iyisi seçilen, En İyi Film ve Yönetmen dâhil olmak üzere toplamda altı dalda Oscar’a aday olan Spotlight, çokça işlenen bir dramı gündeme getiriyor: Katolik Kilisesi ve istismar suçları…

Günümüz Amerikan toplumunun, Avrupalılara nazaran daha dindar olduğu ve dinin, bireyler üzerindeki mevcudiyeti yadsınamaz bir gerçektir. Çoğulculuk esasına dayalı bir model benimsediği için, herhangi bir grubun iktidara tek başına sahip olmasını engelleyen seküler bir sistemin kurulduğu Amerika’da, gündelik yaşamda Kiliselerin etkisi hala enteresan bir biçimde devam ediyor. Dini gruplar arasında %23’lük bir paya sahip olan Katoliklerin Kiliseleriyle olan bağı, 1960’lı yıllarda Vatikan’ın öncülük ettiği modernize çalışmalarıyla sekteye uğramış olsa da, bugün hala yalnızca gücünü korumaya devam ediyor. Toplumsal hayatta böylesine etkili olan bir kurumun güvenilirliğini korumak adına pek çok skandalı örtbas etme girişimleri ise son yıllarda Amerika’da en çok tartışılan konulardan biri haline geldi. Din adamlarının evlenmesine imkân tanımayan muhafazakâr Katolik öğretilerinin yol açtığı ve yüzyıllardır varlığını sürdüren sapkın davranışlar pek çok kez ortaya çıksa da, en büyük patırtıyı 2000’li yılların başındaki Boston krizi kopardı…

İşte Spotlight da, 2001 yılında New Yorklu editör Marty Baron’un, Boston Globe gazetesinde yayınlanan söz konusu haberi okuması ve ekibine bu haberi derinlemesine araştırmalarını söylemesiyle açılıyor. Boston kentinde, Roma Katolik rahiplerinin çocuklara yönelik cinsel istismar uyguladığı haberi, başlarda yerel bir olay gibi görünürken, Boston Globe gazetecilerinden oluşan Spotlight takımının olayın iç yüzünü araştırmaya başlamasıyla geniş çaplı bir gazetecilik soruşturmasına dönüşüyor. İstismarın büyüklüğünün yanı sıra, Katolik Kilisesinin din adamlarını korumak amacıyla yaşananları görmezden gelip, kişileri sindirmeye çalışması sadece Amerika’da değil, küresel boyutta bir infial yaratıyor. Spotlight ekibi, yayınladıkları küçük bir haberin boyutlarını fark ettikçe durumun basit bir gazetecilik olayından öteye gittiğini ve toplumsal bir vakaya dönüştüğünü fark ediyorlar. Çünkü Kiliseyle ilgili herhangi bir haber, hele ki içinde istismar gibi büyük bir suçu barındırıyorsa, insanların din kurumuyla olan bağlarını zayıflatıp, Kilisenin etkisini azaltacak derecede mühim sonuçları beraberinde getiriyor.

Spotlight 2

Bu etkinin ilk vücut bulduğu kişi ise Spotlight takımından Katolik mezhebiyle büyümüş Mike Rezendes (Mark Ruffalo) oluyor. Mike’ın, Kilisenin sakladığı belgeleri araştıran ve mağdur edilmiş kişilerle ilk röportajları yapan kişi olması bu anlamda bir önem taşıyor. Katolisizme sıkı sıkıya bağlı olmasa bile, bu mezhebin öğretileriyle yaşayan bir bireyin Kiliseyle kopan bağları, en fazla hayal kırıklığını yaşayan kişinin, yani Mike’ın üzerinden tanımlanmış oluyor.

Bu açılardan ele aldığımızda, hali hazırda etkileyici bir hikâyenin üzerine kurulmuş olan Spotlight, muadili olan filmlerden farklı bir anlatım yolu seçerek sırtını tamamen “gerçeklik” olgusuna yaslıyor. Josh Singer ve yönetmen Tom McCharthy’nin elinden çıkan senaryo, herhangi bir duygusal iniş çıkışa fırsat tanımadan olabildiğince durağan bir yaklaşımla öyküsünü ele alıyor ve gerçek bir hikâyenin gücüne güveniyor. Filmin sarsıcılığından en ufak bir şey kaybettirmeyen bu hissizlik hali, tam da tahmin edildiği gibi Spotlight’ın seyirci üzerindeki etkisini arttırmaya yarıyor.

Filmin en büyük avantajı ise Spotlight takımını oluşturan oyuncularda… Michael Keaton, Mark Ruffalo, Rachel McAdams ve Liev Schreiber gibi isimleri bir araya getiren film, efsanevi bir kadronun nimetlerinden sonuna kadar faydalanıyor. Tom McCharthy, öyküsünü itinayla işlemesine rağmen, filmin başarısındaki aslan payı kadronun performansında yattığı için Spotlight, tam anlamıyla bir oyunculuk gösterisine dönüşüyor. Başka bir deyişle, Spotlight’ı iyi bir film yapan hikâyesi değil, performansları oluyor.

Özetle, altı dalda Oscar adayı olan bu sarsıcı filme, özellikle En İyi Film ve Yönetmen dallarında, rakiplerinin şans vermeyeceğini öngörmek zor değil. Ancak siz, hazır vizyondayken Spotlight’a şans verin derim…

30.01.2016 tarihli Akşam gazetesi Pazar ekinde yayınlanmıştır.

Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com

blank

Başak Bıçak

1987 yılında İzmir'de doğdu. İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Tarih bölümünden mezun olduktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Tarihi üzerine yüksek lisans yaptı. Bilhassa Fransız Devrimi olmak üzere Avrupa Tarihi üzerine uzmanlaştı.

Sinema özel tutkusu ve 2012 yılından bu yana filmler üzerine yazılar yazıyor. Akşam Gazetesi, Film Arası Dergisi ve Cinedergi yazarı... Dans, seyahat, fotoğraf ve şarap meraklısı...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Şiddet Sinemasında Liberal Fantezi: The Forever Purge (2021)

Tür sineması ucuza çıkan ve seyircide karşılık bulan fikirleri kemiğinden
blank

Knowing / Kehanet (2009)

Gönül isterdi ki Alex Proyas gibi kıymetli bir sinemacının filmi