1 Ekim 2018 tarihinde bir web sitesinde güneş sistemimize en yakın güneş sistemi olan Alpha Centauri hakkında ilginç bir yazı yayınlandı. Yazının tam metninin link’ini kaynaklar kısmına ilave ediyorum. Yazı kabaca şöyle:

“Üniversitede fizik okumuş olan Rus milyarder Yuri Milner’in başlattığı ‘Breakthrough Starshot’ projesi, bir uzay aracını 2050 yılı gibi Alpha Centauri sistemine ulaştırmayı planlıyor. Projenin amacı, Güneş sistemimize en yakın güneş sistemi olan Alpha Centauri’ye insan yapımı bir uzay aracı göndermek. Alpha Centauri, dünyadan tam olarak 4,37 ışık yılı uzaklıkta. Bugüne kadar insanlık tarafından uzaya gönderilmiş en hızlı uzay aracı olan New blankHorizons’ın hızını baz alırsak, Alpha Centauri’ye ulaşmamız 78.000 yıl sürüyor. Yuri Milner ise çok ama çok hafif kütlede bir uzay aracını foton yelkenlisi kullanarak hızlandırıp ışık hızının %15-20 hızına ulaştırmayı hedefliyor. Hedeflenen hıza ulaşılsa dahi yolculuğun 20-30 yıl arası sürmesi bekleniyor. Uzay aracı Alpha Centauri güneş sisteminde ‘yaşanılabilir’ olarak kategorilendirilen Proxima Centauri b gezegeninin yakınından geçip çektiği fotoğrafları ve yaptığı ölçümleri tekrar dünyaya gönderecek. Foton yelkenlisi dünya yüzeyine yerleştirilecek güçlü lazerlerin yelkeni hedef alması ve yelkene çarpan ve yansıyan fotonların momentumlarıyla yelkeni hızlandırması prensibiyle çalışıyor. Uzay aracının istenilen hıza çıkabilmesinin en önemli gereksinimlerinden birisi çok ama çok (gram mertebesinde) hafif olması. Bu yüzden nano boyutlarda, yaklaşık olarak bir çip büyüklüğünde inşa edilecek. Foton yelkeni ise apayrı bir mühendislik problemi. Birkaç gramlık uzay aracını hedeflenen hıza ulaştırabilmek için gerekecek yelken yüzeyinin 10 metre kare, yelken ağırlığının ise 1 (bir) gram olması gerektiği hesaplanıyor. Yani yelkenin kalınlığının yaklaşık olarak 100 atom kadar olması gerekiyor. Aracın ivmelenebilmesi için fotonların yelkenden yansıması gerekiyor. Dolayısıyla proje ekibinin aklına ilk olarak gümüş-altın gibi metalleri çok ince filmler halinde yelken malzemesi olarak kullanmak gelmiş. Fakat bu metaller fotonların çoğunu yansıtsa dahi yansıtılamayan fotonların kısa sürede bu metalleri ısıtıp yelkeni parçalayacağı hesaplanıyor. Dolayısıyla yelken malzemesi olarak hem yüksek yansıtıcı hem de düşük emici yarı iletken malzemeler kullanılması planlanıyor. Breakthrough Starshot projesi planlandığı gibi gider ise uzay aracının (araçlarının) 2036 yılında yola çıkması ve 2050-2056 gibi Proxima Centauri b gezegenine ulaşması bekleniyor. Çektiği fotoğrafların dünyaya ulaşması için ise 4 yıl daha gerekiyor.”

Yani makalede yer alan bilgilere göre, her şey yolunda giderse aşağı yukarı 2060 yılında ilk fotoğraflar elimize ulaşacak. Bilimkurguyu işte bu yüzden severim ben. Bakın, millet bu tarihten 100 yıl önce bambaşka bir coğrafyada neler yazıp neler çekmiş?

blank

Bu yıl 25.’si düzenlenen Adana Film Festivali’nde (24 Eylül 2018’deki) açılış filmim Jindrich Polák’ın 1963 tarihli Icarus XB 1 (Ikarie XB 1) adlı harikulade bilimkurgusu oldu. Solaris (Uzayda Piknik) adlı eseriyle aşina olduğumuz Stanislaw Lem’in bir eserinden uyarlanan 81 dakikalık bu Çekoslovakya filmi tam bir sürpriz çıktı. Böylesi önemli bir filmi, yakın tarihte restore edilmiş cam gibi bir dijital kopyadan seyretmek olağanüstü bir deneyimdi. Hele ki benim gibi filmi ilk kez seyredenler için.

Icarus XB 1, bu felsefi filme dinamizm katması için kurguda eklendiğini düşündüğüm bir sahneyle başlıyor. Daha sonra yinelenecek ve böylece detaylarına vakıf olacağımız bir sahne bu. Adamın biri delirmek üzere ya da çoktan delirmiş. “Dünya yok oldu.” diye bağırıyor. Bir o yana bir bu yana çaresizce koşarken bir yandan da sayıklamalarını dinliyoruz: “Dünya hiç var olmadı.” Büyük bir panik yaşadığını anlıyoruz. Boncuk boncuk terliyor. Birileri ona hoparlörden seslenip yardım etmeye çalışıyor ama kim oldukları pek belli değil. Derken adının Michael olduğunu öğrendiğimiz şahıs sağa sola ateş etmeye başlıyor. Mekân tasarımı fütürist. Uzay gemisi gibi bir yerde olduğumuzu anlıyoruz. Filmin hatırı sayılır bir kısmı bu olayın arka planını merak etmekle geçecek.

blank

22. yüzyıldaki bir keşif gemisinde olduğumuzu öğreniyoruz. Sene 2163. Yani filmin çekildiği yıldan 200, nasipse Alpha Centauri güneş sisteminde “yaşanılabilir” olarak kategorilendirilen Proxima Centauri b gezegenine dair ilk fotoğrafları alacağımız tarihten yaklaşık 100 yıl ötedeyiz. Proxima Centauri’ye (Alpha Centauri’deki beyaz gezegen) yol aldığını öğrendiğimiz 40 kişilik mürettebatı olan Icarus XB 1 adlı geminin yolculuğunun dünya zamanıyla 15 yıl süreceğini öğreniyoruz. Zaman genişlemesi (time dilation) nedeniyle gemidekiler için geçecek süre çok ama çok daha az olacak. Bunu Interstellar’dan (Yıldızlararası, 2014) hatırlarsınız. O nedenle zorlu bir görev. Mürettebat geri döndüğünde, ki dönebilirse, dünyada bıraktıkları yakınlarıyla aralarındaki yaş farkı bir hayli açılmış olacak. Bu detay bazı trajik sonuçları da beraberinde getiriyor, film ilerledikçe öğreniyoruz.

Önce gemideki mürettebatın gündelik yaşamlarını gözlemliyoruz, ast-üst ilişkileri şekilleniyor, kişilerin birbirleriyle olan bağları ortaya çıkarılıyor. Birkaç kişinin öne çıktığını görüyoruz ve öykümüzün başlıca kahramanlarının onlar olduğunu anlıyoruz. Filmin bir hayli geniş zamana yayılan bu kısımlarının asıl önemi, bugün bile hâlâ tartışılan bir yönünün olması. Bu keşif gemisinin yolculuğuna ve mürettebatına odaklanan anlatım tarzı, bilimkurgu tarihini sarsacak bir TV dizisini bize hatırlatıyor/müjdeliyor: Gene Roddenberry’nin yarattığı ve ilk kez 1966 yılında seyirciyle buluşan Star Trek’ini (Uzay Yolu). Sadece keşif gemisi, mürettebatı oluşturan insanların farklı ırk, kültür ve coğrafyalardan geliyor oluşu ya da Atılgan’ı (Enterprise) andıran kaptan köşkü değil, yabancı uygarlıklarla kurulan temasın yapısı da kafamızda soru işaretleri doğmasına yol açıyor. Icarus XB 1, kendinden önceki bilimkurgulardan bariz bir şekilde farklı bir yol izliyor ve bu yol, kendinden sonra gelen Uzay Yolu’nunkiyle aşağı yukarı aynı. Bugüne kadar okuduğum kaynaklarda “Icarus XB 1 – Star Trek bağlantısı”nı (esinlenmeyi) doğrulayan birinci elden bir açıklama görmedim ama er ya da geç çıkarsa hiç şaşırmam.

blank

Icarus XB 1’in Dr. Who’nun ilk sezonundan önce yayınlandığını da not düşelim. Karşımızda “öncü” diye nitelendirebileceğimiz bir eser var. Öyle ki, Stanley Kubrick’in de Icarus XB 1’den etkilendiğine ve özellikle koridor tasarımlarını 2001’de kullandığına dair yorumlar okudum. Ben başlarda bu benzerliğin filmin uyarlandığı The Magellanic Cloud adlı Stanislaw Lem romanından kaynaklandığını düşünüyordum ama o tarihlerde Lem’in eseri İngilizce’ye çevrilmemiş (hatta Amerikan karşıtı içeriği nedeniyle sanırım hâlâ tercüme edilmemiş). Arthur C. Clarke, Lem’in eserini bir şekilde okumuş olabilir mi, bilmiyorum ama koridordaki görsel benzerliğin Osamu Tezuka’nın Atom Boy’undan (Astro Boy) kaynaklandığı tarihsel tanıklıklarla doğrulanmış durumda. Kubrick ve Tezuka birbirlerine hayran ve işin ilginci, temas da kurmuşlar. Üstelik Kubrick/Clarke ikilisi 1963 tarihli bir Çekoslovakya filmi olan Icarus XB 1’i seyretmiş olsalardı, yer çekimi stabilitesini sağlayan mıknatıslı ayakkabıları görür ve 2001’de astronotların Monolit’i (Tek Taş) incelemeye gittikleri ay yürüyüşü sahnesinde çuvallamazlardı. Şimdilik şahsi kanaatim, izlemedikleri yönündedir.

Filmin en çarpıcı bölümlerinden biri, Icarus XB 1’in nükleer silahlarla donanmış bir 20. yüzyıl uzay aracıyla karşılaştığı sahne. Burada film son derece politik bir alt-metin kazanıyor. Heyecan dolu bir keşif ve dehşet verici gelişmeler yaşanıyor. O kısma başka bir yazı kapsamında derinlemesine dalacağım için şimdilik geçiyorum. Lem’in romanını henüz okumadım ama onlarca yıl İngilizceye tercüme edilmemiş olmasını bu kısma bağlayan çok. Mürettebatın radyasyondan kaynaklanan bulaşıcı bir hastalığa yakalanması ve Kara Yıldız (Dark Star) vak’asından itibaren öykünün bambaşka bir yöne saptığını ve dünya dışı yaşam formlarıyla temasa geçildikten sonra yepyeni bir boyut kazandığını söyleyebiliriz. Karakterlerden biri bu durumu şu şekilde özetliyor: “Evrende yaşam keşfetmek için yola çıktık ama sonunda yaşam bizi buldu.”

blank

Yıldızlararası yolculuğu konu edinen bu sade, dingin ama sarsıcı öngörülere sahip Çekoslovakya bilimkurgusu; ilginç set tasarımları, muhteşem siyah-beyaz görüntü çalışması ve çarpıcı finaliyle kült mertebesine erişen 55 yıllık bir hazine. Bilhassa türün tutkunları bir şans versin derim ben. İyi seyirler…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Mist / Öldüren Sis (2007)

Frank Darabont’un uyarlayıp yönettiği The Mist, gelmiş geçmiş en iyi
blank

Ava Giderken Avlanmak: The Predator (2018)

Yeni Predator filminde tripten tribe giren oyunculuklar günümüz kurgu-gerçekliğinde sandviçin