Kinds of Kindness / Merhamet Hikâyeleri (2024)

12 Temmuz 2024

Hegel’e göre, biri özü kendi-için-olmak olan bağımsız bilinç, diğeri özü bir başkası için yaşamak ya da olmak olan bağımlı bilinç olarak iki ayrı bilinç vardır, bunlardan birincisine “Efendi”, ikincisine “Köle” denir. İlginç bir şekilde, bu ikisi arasında bir karşılıklı bağımlılık söz konusudur; köle efendiye, efendi köleye muhtaç gibidir. Efendi, köle adayını yok ederse hem kölesiz kalır hem de kölesi olmayan biri olarak efendiliği (tanınmadığı için) düşer, dahası efendinin tarih yazması için gerekli savaşları onun yerine/adına köle yapar (eylemsellik köleye düşer). Aslında tarih, kölelerin tarihidir.

Sinema sanatı Hegel’in öne sürdüğü Efendi-Köle diyalektiğine dayalı görüşlerine kayıtsız kalamamıştır, en bilinen örneği, Harold Pinter ile Robin Maugham’ın birlikte kaleme aldıkları bir senaryodan Joseph Losey’in çektiği The Servant (Genç Hizmetçiler, 1963) olsa gerek. Bu film, Hegel’in “diyalektik metodunun” (görüngübilimsel yönteminin) üzerine inşa edilmiş gibidir. Yorgos Lanthimos’un aynı oyuncuların farklı epizotlarda farklı karakterlere hayat verdiği, hepsinde aynı kişiyi canlandıran bir oyuncuyla bu epizotların birbirine bağlandığı üç orta metrajdan oluşan son filmi Kinds of Kindness (Merhamet Hikâyeleri, 2024) bu tarzda bir bölümle başlıyor ve takip eden iki bölümde benzer temayı farklı veçheleriyle inceliyor.

İlk bölümde hayatının her aşaması kodaman patronu Raymond (Willem Dafoe) tarafından belirlenen Robert Fletcher (Jesse Plemons) adında bir beyaz yakayı izliyoruz. Çalışanının o gün iş dışında da ne yapacağını planlayan, programlayan ve dikte eden psikopat bir patron bu. Gün geliyor, Robert’tan bir insanı öldürmesini istiyor, ilk denemede beceremeyip daha sonra bir daha denemeyi kabul etmeyince çalışanını hayatından tümüyle çıkaran bir patron Raymond. Ben bu bölümü izlerken başlarda çok güldüm, hem “deadpan” komedi anlayışına hem de yarattığı Coen’vari durum komedisine. Öte yandan, hikâye ilerledikçe işler değişti. “Özgür irade” problemini ve köle-efendi diyalektiğini masaya yatıran bölümü izlerken bir noktadan sonra resmen sinirleriniz bozuluyor ama bozulmasının sebebi, patronun çalışanının hayatına müdahale etme şeklinin içerdiği derinlik ve detay değil, Robert’ın bunu kabul etmesi, hatta her şeyini yitirme aşamasına geldiğinde gerçekleştirdiği eylem. Eminim, bu epizotta yaşananları aşırı abartılı bulanlar olacaktır ama size bir hikâye anlatayım, daha bu yıl duyduğum gerçekten yaşanmış bir olayı. Kimliği ifşa olmasın diye mevzubahis kişiyle nerede tanıştığımı, hangi işi yaptığını söylemeyeceğim, onun yerine alakasız bir şey uyduracağım. Hadi bu kişiye bir “taksi şoförü” diyelim.

blank

Seçimlerden birkaç hafta önceydi. Bir taksi şoförüyle sohbet ediyordum, laf lafı açtı ve bana yıllar önce belediyenin park ve bahçeler şube müdürlüğünde çalıştığını, o işi çok sevdiğini ama ayrılmak zorunda kaldığını söyledi. Neden ayrılmak durumunda kaldığını sordum. Bağlı bulunduğu şefin, kendine bağlı herkesi kendi evinde köle gibi çalıştırdığını ve artık dayanamadığını söyledi. Meraklandım, nasıl yani dedim. Bu amir iş yerinde kendine bağlı herkesi (memurlarını) bir şekilde bahçeli müstakil evindeki tadilat, tamirat ve bahçıvanlık işlerinde çalıştırıyormuş. Her hafta, neredeyse her gün bir memuru onun evinde köle gibi çalışıyormuş. Mütemadiyen. Karşı çıkanı kovdurmaktan beter ediyormuş, mobbing’in kralını uyguluyormuş. Taksi şoförü bana aynen şunu dedi, “Bazı günler şefin evi karınca yuvası gibidir, çok sayıda kişi farklı farklı işlerle uğraşır. Biri bahçeyi sular, biri çatıya membran döşer, öbürü tesisatları kontrol eder”. İnanabiliyor musunuz? 2010’lu yıllarda bu ülkenin bir belediyesinin parklar ve bahçeler şefi yapıyor bunu. Nazi zulmü gibi. Ve o gariban işçilerin çoğu sırf kovulmayayım ya da tatsızlık çıkmasın diye bu zorbalığa ses çıkarmadan yaşayıp gidiyorlar. Kinds of Kindness’ın ilk bölümünü izlerken aklıma bu olay geldi.

İkinci bölümü beğendim ama önce beğenmediğim son bölüme dair görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Son bölüm bir “gönüllü kulluk” hikâyesi. Gene tatlı-sert oynayan bir lider söz konusu, Willem Dafoe’nin canlandırdığı Omi, Scientology benzeri abidik gubidik ritüelleri ve inançları olan bir tarikatın lideri. Tarikatın iki üyesi Emily (Emma Stone) ve Andrew (Jesse Plemons) Omi’nin geleceğini müjdelediği, ölüleri diriltme özelliğine sahip mucizevi bir insanı arıyorlar. İşin ilginci, onu (Margaret Qualley) buluyorlar da… Bu bölümden nefret ettim çünkü Lanthimos alametifarikası olan her şeyi had safhada abartıp hiçbir ucu bir yere bağlamayan saçma sapan bir öyküyle karşımıza geliyor. Ben mucizevi kadının ikizinin intihar ettiği sahnede pes ettim. Eğer hiçbir şey anlatmayacaksak, ima bile etmeyeceksek neden sırtımızı öykü sinemasına yaslıyoruz Lanthimos Efendi? Neyse bu bölümü geçelim, gelelim en çok beğendiğim bölüme…

İkinci öykü, eğer dikkatli bir şekilde izlemezseniz ne olduğunu ıskalayacağınız tam bir “Alacakaranlık Kuşağı / Twilight Zone” öyküsü. Daniel (Jesse Plemons) adında bir polis memuru var, deniz biyoloğu olan eşi Liz’in (Emma Stone) de içinde bulunduğu araştırma teknesi mürettebatıyla birlikte alabora olmuş. Kadın bir süredir kayıp, bu da ona çok düşkün olan kocasının psikolojisini harap etmiş. Neyse, kadın ve bir iş arkadaşı bulunuyor (maalesef teknede bulunan diğer üç kişi ölmüş), Liz’in durumu iyi gibi ama adamın ayağını ampute etmek (artık “kesmek” diyemiyoruz sanırım) mecburiyetinde kalıyorlar. Birkaç aydır kazanın yakınlarındaki bir adada yaşam mücadelesi veren ikili dönüyor ama çok ilginç bir şey oluyor. Liz’in yokluğunda yavaştan kafayı oynatan Daniel, “Bu benim karım değil, başka biri!” diye tutturuyor. İşin ilginci, bizim izlediğimiz sahneler bu savı güçlendiriyor. Kadının daha önce hiç yemediği çikolatayı yemesi, kedisinin ona kendini sevdirmemesi hatta saldırgan bir tavır sergilemesi derken biz de aynı paranoyaya kapılıyoruz. Daniel haklı olabilir mi, bu kızın bedenini uzaylılar mı ele geçirdi diye düşünüyoruz.

blank

Öte yandan Liz, bir vaka sonucu bir müddet işten uzaklaştırılan kocası Daniel’e daha önce hiç davranmadığı kadar iyi davranmaya başlıyor, ne derse yapıyor. En korkunç isteklerini bile (“Bana parmağını kesip pişirir misin? Parmağını yemek istiyorum.”) yerine getiriyor. Liz’in “köle” psikolojisine girdiğini anladığımız bu bölüm yaşanan tuhaf-ötesi durumu az da olsa aydınlatacak küçük bir kibrit çöpü yakmayı ihmal etmiyor, filmi ilginç kılan da bu detay. Liz gördüğü bir rüyayı kocasına anlatıyor. Bir adadaymış ama adayı köpekler kontrol ediyormuş. İnsanlara iyi davranıyorlarmış ama çok da şımartmıyorlarmış. Bu bilgi bize daha önce Liz’in adada hayatta kalmak için ne yediğinin gösterildiği (“söylediği” değil, gösterilen) sahnenin imajlarıyla birleşir birleşmez öykü, “gece yarısı sineması” sularına kayıveriyor. Köpeklerin insan bedenlerini ele geçirip dünyaya yayıldığı paranormal bir hikâyeye evriliyoruz. Bu hikâyenin ana gövdesine bayıldım, o nedenle abartılı finalinden hiç rahatsız olmadım. Kişiliğini sahibinin varlığında yitirip köpekleşmenin sonu budur. Belirtmeden geçmeyeyim, bu bölüm ana akım sinema tarihinin en komik grup seks sahnelerinden birine sahip. Filmin basın gösteriminde hunharca bir kahkaha atıp salonu tetikleyen bendim, gülmekten çenem ağrıdı.

Yorgos Lanthimos birbirinden farklı üç hikâyeyi R.M.F. (Yorgos Stefanakos) adlı ortak bir karakter üzerinden eğlenceli bir şekilde birbirine bağlıyor. “R.M.F’nin Ölümü”, “R.M.F Uçuyor” ve “R.M.F Sandviç Yer” adlı bölümler içeriği itibariyle aslında ortadaki bölümün tarihsel olarak en son yaşandığını bize gösteriyor. Tabii eğer kısa bir süre önce iki deniz biyoloğunun hayatını kurtardığı için ödül verilen bir helikopter pilotu işi bırakıp arabayla getir götür işlerini yaptığı yeni patronunun ‘Öleceksin!’ emrini memnuniyetle yerine getirmekte beis görmediyse! Film bitince bunu düşündüm. Demek ki dedim, R.M.F diriltildikten sonra helikopterle arama-kurtarma işine girdi. Mantıklı aslında. Lanthimos’un bu tip hikâye çengellerine bayılıyorum, hemen her filminde bunlardan bir-iki tane serpiştiriyor.

Yorgos Lanthimos’un son filmi Kinds of Kindness (Merhamet Hikâyeleri, 2024) önceki filmlerini beğenenler için farklı bir deneyim sunuyor. Kendi adıma, Lanthimos’un dikte edici tavrını sevdiğimi söyleyemem ama yeni ufuklara yol alma kararlılığını takdir ediyorum. Bu filmini genel olarak pek tutmadım ama bir sonraki filmini iple çekiyorum.

Kaynaklar

  • Gültekin, Gökhan. “Hegel’in Efendi-Köle Diyalektiği Çerçevesinde Spartacus (Spartaküs) Filmi Üzerine Düşünceler” (2018), Sinefilozofi Dergisi, Cilt:3, Sayı:5,
  • Hegel, G.W.F., “Tinin Görüngübilimi”, (2011). Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınları
  • imdb.com/title/tt22408160

blank

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Tam Bir Gece Filmi: The Monster (2016)

Pek çok ecnebi eleştirmenden geçer not almış The Monster, tam
blank

Bad Teacher (2011)

Hollywood’un en pahalı oyuncularından Cameron Diaz alışık olmadığımız bir öğretmen