Casino Royale (2006) yeni bir James Bond’la bizi tanıştıran en iyi “giriş filmi” olabilir. Açılışından finaline dek makine gibi tıkır tıkır işleyen bir film ve ilk bakışta fark edilemeyecek kadar çok nüansla örülü.
Azerbaycan sinemasının tartışmasız en kült filmlerinden biri olan, Ramiz Əzizbəyli'nin yönettiği 1991 yapımı "Bəxt üzüyü", ilk bakışta tipik bir Sovyet sonrası "yazlık evi" (bağ evi) komedisi gibi durur ancak bu film, kahkahaların ardına gizlenmiş, dağılmakta olan bir imparatorluğun ve değişen toplumsal değerlerin
Hollywood’un "ısıtıp ısıtıp önümüze koyma" (remake) sevdasının son kurbanı efsanevi Running Man oldu. Arnold Schwarzenegger’in o sarı tulumuyla hafızalarımıza kazınan, döneminin en sağlam medya eleştirilerinden birini sunan Running Man (Ölüme Koşan Adam), yeni versiyonuyla vizyonda. Ama size baştan söyleyeyim: Sinema salonuna koşacağınıza,
Terry Gilliam’ın ilk solo atağı olan ama bizde pek bilinmeyen Jabberwocky (1977) çamur kokan bir Ortaçağ fantezisi, Monty Python gölgesinden çıkıp kendi grotesk dilini kuran bir kara masal!
Amerikan punk’ı konusunda birbiri ardına izlediğim bir belgesel ve bir film punk’ın doğduğu mekanlar etrafında oluşan organik ortamı oldukça iyi anlatıyor: Danny Garcia’nın Nightclubbing belgeseli ve Randall Miller’ın CBGB filmi.
Yeni film Predator: Badlands, bana göre tüm serinin “en Disneyleşmiş” halkası. Artık avcı değil, neredeyse terapiye gitmesi gereken bir Predator izliyoruz.
Cobra Thunderbolt, aslında biraz derme çatma görünen, dandik bir araç ama film onu bir süper araç olarak yansıtmayı başarıyor bir şekilde. Son 20 dakikalık süreçte ve finaldeki savaş sahnesinde ise tüm süperliğini ortaya koyuyor.
Parçalı Yıllar, Yeşilçam’ın lanetlenmiş sayfalarına cesurca bakan bir film. Bu toprakların sinema tarihine sızmış ama hep halının altına süpürülmüş bir dönemi, yoksul bir tiyatrocunun gözünden yeniden okumaya çalışıyor.
Sahibinden Rahmet, güçlü bir fikirden doğmuş, samimi bir çabanın ürünü. Ne tamamen başarılı ne de başarısız; daha çok “yolda bir film.” İlk yarısındaki sahicilik, oyunculuklardaki doğallık ve özellikle Cem Yiğit Üzümoğlu’nun derinlikli performansı filmi yukarı taşıyor.
Tayfun Belet’i bu girişiminden dolayı kutlarım. Çünkü bu ülkede Sabiha Sertel gibi kadınları anlatmak hâlâ cesaret istiyor. Belgeseli mükemmel değil ama samimi. Eksikleriyle, aceleleriyle, sade diliyle bile bir şey başarıyor: Sabiha Sertel’in adını yeniden dolaşıma sokuyor.
“Kanto”, ilk bakışta klasik bir gelin–kayınvalide çatışması gibi açılıyor. Ancak hikâye derinleştikçe, mesele kadınların birbirine miras bıraktığı sessiz suçluluk duygusuna dönüşüyor. Kayınvalide ortadan kaybolduğunda, film bir tür psikolojik çözülmeye evriliyor.
“Tavşan İmparatorluğu”, çocukluğun hayal gücüyle devletin bürokratik gerçekliği arasında sıkışan bir isyan hikâyesi. Büyümeden önceki son çığlık belki de.
Antalya Altın Portakal’ın sessiz ama sarsıcı filmlerinden biri: Şeyhmus Altun’un ilk uzun metrajı Aldığımız Nefes. Türkiye-Danimarka ortak yapımı olan film, bir kimya fabrikasındaki patlamayla açılıyor. Duman, alev, panik… Sonra sessizlik.
Ferzan Özpetek’in son filmi Elmaslar, dillere pelesenk olan kadının en büyük düşmanı kadındır klişesini yerle yeksan etmeye didinen ve kadının biricik dostu kadındır diyen bir film.
Zenginliğin her derde deva olduğuna inanan bir çağda “Rich Flu”, o inancı paramparça ediyor. Kapitalizmin elmas parıltılı vitrinine bir çatlak düşüyor: servet artık güvenlik değil, hastalık. Film, bu çağın yeni salgınını anlatıyor — para.
Dehşet Bey, biçim olarak modern, ruh olarak anımsız. Murat Menteş’in edebi mizahını ve Kutlukhan Perker’in grafik zekâsını sinemaya çevirmeye çalışan film, “Türk John Wick’i” etiketiyle pazarlansa da aslında ulusal aksiyon sinemasının neden köksüzleştiğini göstermesi bakımından sosyolojik bir vaka niteliğinde.
When Harry Met Sally sadece karakterlerin hikayesi değil, iki güçlü yaratıcı kişiliğin çarpışmasının sonucu olarak ortaya çıktı. Rob Reiner’ın analitik yönetmenliği ile Nora Ephron’un keskin gözlem gücü...
I Like Me” belgeseli John Candy’nin maskesini nazikçe kaldırıyor. Çocukluğundaki kayıplar, babasının erken ölümü, ailesine bakan “iyi çocuk” rolü… Hepsi onu, Bill Murray'in belgeseldeki tabiriyle bir people pleaser/insan mutlucusu haline getirmiş.
Tron: Ares, Tron markasının gölgesinde inşa edilmiş bir gölge sinema. Mirasa saygı göstermeyi değil, mirası işlevsiz kılarak yeniden biçimlendirmeyi seçmiş. Jared Leto'nun yapımcılardan biri olması yüzünden ona bu hadsizliği yaptırmışlar.