Casino Royale (2006) yeni bir James Bond’la bizi tanıştıran en iyi “giriş filmi” olabilir. Açılışından finaline dek makine gibi tıkır tıkır işleyen bir film ve ilk bakışta fark edilemeyecek kadar çok nüansla örülü.
Gülten Taranç’ın Dedemin Evi belgeseli, ilk bakışta kişisel bir aile hikâyesi gibi görünse de, derinlemesine incelendiğinde Türkiye’nin toplumsal belleğine açılan çok katmanlı bir kapıya dönüşüyor. Bir evin duvarları arasında yankılanan sesler yalnızca bireysel geçmişi değil, kolektif hafızanın da kodlarını taşıyor.
Sevdiğim sinemacılardan Pelin Esmer'in son filmi O da Bir Şey mi'yi 32. Adana Altın Koza Film Festivali'nde izledim. Her zamanki gibi, iyi yazılmış, hassasiyetlerle dolu zarif bir film.
Bu hikâyeden bir tekno-gerilim çıkar mıydı? Evet. Ama Algoritmaya Biat Et bunu beceremiyor. Çünkü meseleye yaklaşımı yüzeysel. Filmin yarısı yapay performanslarla, diğer yarısı da internette rastlayabileceğiniz komplo videolarının yeniden çevrimi gibi akıyor. Bir süre sonra sıkıcı bir YouTube tüneline düşmüşsünüz gibi hissediyorsunuz.
“Ev” filmi üzerine düşündüğümde, bana ilk çarpan şey şuydu: sinema burada yalnızca bir sanat formu değil, bir tanıklık biçimi. Orhan Eskiköy’ün kamerası Karasu ailesinin çadırına girdiğinde, aslında bir evin ne olduğunu, ne olmadığını ve ne olabileceğini sorgulatıyor.
Türk sineması, taşranın dar sokaklarında, küçük insanların büyük hayallerinde defalarca gezindi. Ama bu kez elimizde daha tuhaf, daha “uçuk” bir hikâye var: seyyar köfteci Kadir’in gökyüzü tutkusunu anlatan Uçan Köfteci.
Tayfun Pirselimoğlu, bir zamanlar Türkiye sinemasında farklı bir sesin temsilcisiydi. İdea ise bu sesin artık kendi yankısında boğulduğunu gösteriyor. Bu yüzden film, yalnızca bir başarısızlık değil, aynı zamanda Pirselimoğlu sinemasının geleceğine dair de kaygı verici bir işaret.
Cinema Jazireh, hem biçimsel tercihlerinde hem de anlatısında “eksik bırakılmış” hissi uyandırıyor. Elindeki güçlü malzeme –Afgan çocukların bedel ödeyen hayatları– tek başına çok daha sarsıcı bir film yaratabilirdi.
Gündüz Apollon Gece Athena, 1980 sonrası “travma sineması”nın bir devamı sayılabilir; ancak mitolojik öğeleri aktif biçimde kullanması, filmi klasik politik sinema çizgisinden ayırıyor. Yaşadığımız ülkedeki politik hafıza aynı zamanda acı hafızamız. Onlardan gayrı bir şey anlatmak çok mümkün değil. Gözaltında kaybolanlar, Gezi
Five Elements Ninja, Shaw Brothers’ın klasik dövüş filmi geleneğini, o dönemde video kaset raflarını süpüren ninja çılgınlığıyla birleştirmeye çalışır ve sonuç? Baştan aşağı kan, ucuz kostüm şovu ve absürt koreografiler.
Relay’in en güçlü tarafı, New York’u fon olarak kullanma biçimi. Mackenzie, şehrin soğuk yüzünü 70’ler gerilimlerini andırır şekilde yakalıyor. Tren garındaki sahne, tempolu kurgusuyla nefes aldırıyor ve filmin en iyi anı oluyor. Ama aynı ritim tüm filme yayılamıyor; gerilim çoğunlukla uzun telefon
Türk sinemasında tür filmi çekmek hâlâ cesaret işi. Hele ki kısıtlı bütçeyle, seyircinin gözü yabancı yapımlara alışmışken, bilimkurgu-aksiyon karışımı bir proje kotarmak ciddi bir meydan okuma. İşte Tehlikeli Bölge, tam da böyle bir denemenin ürünü.
Nitelikli karakter oyuncularından oluşan güçlü yan kadrosuyla Cop Land, gösterime çıktığında bütçesinin dört katı gişe elde etmesine rağmen yine de beklenenden az ilgi görmüş ve değeri yeterince bilinmemiştir.
Black Sabbath’a sonradan dahil olan vokalistler Ozzy’nin yerini dolduramadı. Ozzy’nin gırtlağındaki blues etkisi Iommi’nin gitarındaki blues etkisiyle çok iyi uyuşurdu. Bu yüzden müzikteki etkisi büyük oldu.
Korku sineması artık konfeksiyon atölyesi gibi çalışıyor. Her yıl onlarca film izliyoruz; aynı uğursuz konaklar, aynı musallat cinler, aynı maskeli manyaklar... Ama Weapons başka bir kumaştan!
In the Line of Fire, ikonik katili, benzersiz silah tasarımı, adrenalin yükselten temposu ve harikulade oyunculuklarıyla öne çıkan, bugün bile tazeliğini koruyan unutulmaz bir aksiyon filmi. Müzikleri de Ennio Morricone’ye ait.
28 Years Later... Bir sinefil gözüyle baktığımızda, cilalı prodüksiyonuna rağmen içerik ve ruh olarak ilk iki filmin gerisinde kalan, ticari kaygılarla şekillendirilmiş bir hayal kırıklığı bu film!
Until Dawn, sizi korku sinemasının daha önce girmediğiniz tamamen farklı bir hamamına sokarmış gibi yapıyor ama hamamda ilginizi çeken onca farklı tas varken gidip daha önce defalarca yıkandığınız aynı tasla yıkamaya çalışıyor.
Act of Vengeance izlenmeyi hak eden bir kült klasik. Korku/gerilim tutkunuysanız, türün alışılmış kalıplarının dışında seyrederken yine de tanıdık bir keyif alacağınız bir yapım. Sosyal meselelere meraklıysanız, 1970’lerin cinsiyet politikalarını bir istismar filmi prizmasından görme şansı tanıyor. Sinematografik açıdan yenilik arıyorsanız, belki
80'ler bitti ama biz hâlâ oradayız, daha doğrusu Hollywood oradan çıkmak istemiyor! Netflix'in gençlik korkusu Fear Street: Prom Queen işte tam da böyle bir nostalji saplantısının yeni ürünü.