Westernin en parlak döneminin 1950’li yıllar olduğunu söylesek abartmış sayılmayız. Hem eleştirmenler hem de seyirci nezdinde başarılı olan çok sayıda kovboy filmi 50’li yıllar boyunca beyaz perdeyi taçlandırmıştır. The Gunfighter (1950), Wagon Master (1950), Rio Grande (1950), Broken Arrow (Kanlı Ok, 1950), High Noon (Kahraman Şerif, 1952), The Lusty Men (1952), Shane (Vadiler Aslanı, 1953), Hondo (Çöller Kasırgası, 1953), Vera Cruz (İstiklal Kahramanları, 1954), Johnny Guitar (1954), Silver Lode (1954), The Tall Men (1955), The Violent Men (1955), The Searchers (Çöl Aslanı, 1956), The Fastest Gun Alive (Yaman Silahşör, 1956), 7 Men From Now (Yedi Kişi Ölecek, 1956), Jubal (1956), 3:10 to Yuma (Gönüllü Katil, 1957), The Tall T (Cinayet Dalgası, 1957), Gunfight at the O.K. Corral (Vahşi Mücadele, 1957), Decision at Sundown (1957), Forty Guns (Cehennem Silahşörleri, 1957), The Bravados (1958), Buchanan Rides Alone (Tek Adam, 1958), The Big Country (Büyük Ülke, 1958), Day of the Outlaw (Kanunsuzlar Diyarı, 1959), Ride Lonesome (Yalnız Süvari, 1959), Last Train from Gun Hill (Kan Davasının Sonu, 1959), The Hanging Tree (1959), Warlock (Korkunç Mücadele, 1959), The Horse Soldiers (1959) ve Rio Bravo (Kahramanlar Şehri, 1959) gibi bugün birçoğu “klasik” kabul edilen sayısız westernden bahsediyoruz. 50’li yıllarda sökün eden bu olağanüstü kanona, özgün anlatılarıyla öne çıkan yarım düzineyi aşkın sağlam western ekleyebilen üç yönetmen var: Budd Boetticher, Andre De Toth ve Anthony Mann.

Anthony Mann her biri birbirinden ilginç olan Winchester ’73 (1950), The Furies (Silâhların Gazabı, 1950), Devil’s Doorway (1950), Bend of the River (Gaip Kervan, 1952), The Naked Spur (İdam Mahkûmu, 1953), The Far Country (Alaska Fatihi, 1954), The Man from Laramie (İntikam Kanunu, 1955), The Last Frontier (Hudut Bekçileri, 1955), The Tin Star (Kanunsuz Vadi, 1957) ve Man of the West (Batılı Adam / Batıdan Gelen Adam, 1958) filmleriyle 50’li yıllara resmen damgasını vurur. Mann’ın farklı stüdyolar altında farklı görüntü yönetmenleri, farklı aktörler ve farklı senaristlerle çalışmış olmasına rağmen belirli bir çizgiyi tutturmakla kalmadığını, üstüne üstlük, anlatıda genel bir örüntü (pattern) yakaladığını görmek hayret verici. Kiminle çalışırsa çalışsın kendi sinema dilini ortaya koymayı başaran özgün bir sanatçı.

Anthony Mann uzun zamandır sineması üzerinde çalıştığım çok özel bir yönetmen. Dokuz yıl önce Mann’ı düşük bütçeli “B-Filmlerin Orson Welles’i” şeklinde selamlayan bir inceleme de kaleme almıştım, meraklısı için yazının linkini kaynaklar bölümüne ekledim. Aradan geçen yıllarda Anthony Mann’ın daha önce seyretmediğim birkaç filmini daha seyrettim, bu görüşüm pekişti. Mann tümüyle görsel düşünen çok büyük bir yönetmen, sinema tarihinin en büyüklerinden. Jean-Luc Godard ve François Truffaut gibi yönetmenler film eleştirmeni oldukları 50’li yıllarda bunu görüp yazmışlar bile. 2000’li yıllarda sadece Anthony Mann’ı inceleyen birkaç kitap yazıldı, hepsinde ustalığının hakkının teslim edildiğini görüyorsunuz, hiç şaşırtıcı değil. Anthony Mann’ın gerek içeriği gerekse teknik işçilikle görsel anlatıyı inşa etmekteki başarısıyla en çok öne çıkan filmlerinden biri de Gary Cooper’lı western klasiği Man of the West (Batılı Adam / Batıdan Gelen Adam, 1958).

blank

Truffaut, Anthony Mann’ın “Tabiata karşı en duyarlı Amerikalı yönetmen” olduğunu söyler, Jean-Luc Godard “Bir insan Anthony Mann’la westerni yeniden keşfeder” der ve ekler, “ilkokuldaki matematik dersinde aritmetiği keşfeder gibi”. Man of the West’i 1958 yılının en iyi 10 filmi arasına alan Godard film hakkında şöyle diyecektir: “Griffith’ten beri tümüyle yepyeni olan bir şey görmemiştim”. Hatta Godard, Mann’ın westerni yeniden tanımlamakla kalmadığını, onu yeniden icat ettiğini öne sürer. Peki, nedir bu filmi bu kadar özel ve değerli kılan?

İlk ve en önemli gerekçe, Anthony Mann’ın her anlamda sınırları zorlayan cüretkârlığı diyebiliriz. 1958 yılına kadar çekilmiş tüm westernler içinde Man of the West kadar psikolojik şiddet ve baskı içeren ikinci bir film var mı, emin değilim. Film belirli bir noktaya kadar neredeyse tümüyle psikolojik payandalar üzerinde duruyor, soygun vakası ile aksiyon çok ama çok geri planda. Film boyunca geçmişi son derece karanlık olan, vaktizamanında gaddarca eylemlere imza attığını öğrendiğimiz eski bir suçlunun, Link Jones’un (Gary Cooper) gelgitlerini izliyoruz.

Link eski hayatıyla yüzleşip geride bırakmış, zamanla topluma faydalı düzgün bir insan hâline gelmiş, evlenip yuvasını kurmuş, çocuk sahibi olmuş. Çalışıp didinmiş, nihayetinde kendini topluma kabul ettirebilmiş, artık sevilen ve sayılan namuslu bir isim. Kasaba halkı topladığı parayı öğretmen bulması için ona vermiş, Link’in tek amacı, yaşadığı kasaba olan Sawmill’e bir öğretmen bulabilmek. Derken istemeye istemeye kendini suçla örülü geçmişinin ve o geçmişe ait hayaletlerin önünde buluveriyor. Tıpkı ıssız bir geceyi saran karanlık gibi, geçmişi de Link’i korkunç kollarıyla sarıp sarmalıyor. Yanında kendini sorumlu hissettiği iki kişiyle (bar şarkıcısı Billie Ellis ve kumarbaz Sam Beasley) birlikte cehennemin kapılarını çalmak zorunda kalıyor.

Film bu noktadan itibaren zamansal olarak lineer ilerleyip mekândan mekâna sıçrıyor, ama asıl yolculuğun/maceranın Link’in içsel uzamdaki yolculuğu olduğunu anladığınız an olay bambaşka bir boyuta evriliyor. Link’in çocukluğunun geçtiği kulübeye adım atmasıyla beraber manevi bir yolculuğa çıktığını söyleyebiliriz. Geçmişin hayaletleriyle, utanç duyduğu eylemleriyle (silahlı soygun, cinayet vs.) ve bastırmaya çalıştığı vahşi benliğiyle girdiği amansız bir mücadele bu. Tabii Mann’ın bunu bir tür “aile” hesaplaşması formatında çekmesinin bir sebebi var.

Anthony Mann filmlerinde İncil ve Shakespeare oyunlarının belirgin bir etkisi olduğunu gözlemliyoruz. Tiyatro kökenli olan Mann hayatı boyunca Shakespeare’in Kral Lear’ını (King Lear) sinemaya uyarlamaya çalışıyor ama bir türlü fırsat vermiyorlar. O da Kral Lear’ın olay örgüsünde önemli bulduğu kısımları çeşitli varyasyonlarla üç ayrı westernine gizlice yedirmeyi yeğliyor: The Furies (Silâhların Gazabı, 1950), The Man from Laramie (İntikam Kanunu, 1955) ve Man of the West (Batılı Adam / Batıdan Gelen Adam, 1958). Man of the West’te kısmen Karamazov Kardeşler etkisi de gözlemliyoruz ama bu başka bir yazının konusu.

blank

Dipsiz doruksuz övgülere mazhar olmuş bu filmi ilk kez izlediğinizde muhtemelen (o tarihe kadar çekilmiş tüm kovboy filmleri içinde) neden eşsiz bir western olduğunu fark etmeyeceksiniz. Üzülmeyin, normal bu. Bunun sebebi, Anthony Mann’ın sanatını gizlemekteki maharetidir. Zaten Ovidius’un da dediği gibi, “Sanat, sanatı gizlemektir”.

Keşke size görüntüler eşliğinde bunları anlatma imkânım olsa, ama bu mümkün değil. Şimdilik birkaç örnekle ana çerçeveyi çizmekle yetineceğim.

Anthony Mann önce Crosscut kasabasında üç karakterini (Link, Billie, Sam) karşılaştırır, sonra onları kısaca tanıtır. Salon şarkıcısı Billie Ellis’in kasabadaki zamanı tükenmiştir, başka bir kasabaya geçecektir. Billie’nin kimi kimsesi yoktur, (biri hariç) bütün erkekler onu elde etmek için ona yakınlık göstermektedirler. Daha önce hiçbir erkeğe güvenmediğini ve hiç âşık olmadığını çıktığı bu yolculuk sırasında öğreneceğiz. Ama şimdilik tek bildiğimiz şey, gidecek yeri olmayan bir kadın olduğu. Billie’nin bilinmeyene doğru yolculuğu başlamıştır.

Diğer karakter Sam Beasley’nin hazırcevap bir kumarbaz olduğunu öğreniyoruz. Gözü açık ve kurnaz biri, çok da komik. Ama Link Jones’u gözüne kestiriyor ve çaktırmadan parası olup olmadığını öğreniyor. Link’in kasabasına okul öğretmeni tutmak için yola çıktığını öğrenince Billie’nin yanına gidip konuşuyor ve birlikte Link Jones’u dolandıracakları bir plan hazırlıyorlar. Burası çok önemli, daha sonra filmin iyi karakterleri olarak gösterilen bu iki kişi aslında Link Jones’u kandırıp parasını elinden almak için bir kumpas hazırlıyorlar, yani aslında bunlar da sütten çıkmış ak kaşık değiller. Sam Beasley’nin dolandırıcı olduğu belli. Link malın gözü olduğu için hazırlanan tezgâha gelmiyor tabii.

Link Jones hayatında ilk kez trene binmeden önce cebindeki para dolu keseyi ve silahını çantasına koyduğunda şüpheli bir tavır sergiliyor. Yolculuktan önce kovboy kıyafetlerini çıkartıp medeni bir beyefendi gibi giyiniyor ama kendisine kim olduğunu ve nereden geldiğini soranlara hep yalan yanlış cevaplar veriyor. Onun da sağlam ayakkabı olmadığını anlamaya başlıyoruz. Şerif tren garında onu ayaküstü sorguladığında bölgede terör estiren suçlu Dock Tobin’in adını ilk kez duyuyoruz. Link şerifi bir şekilde savuşturmayı başarıyor ama buradaki bir planda ilk kez Anthony Mann’ın o benzersiz dokunuşlarından birini görüyoruz.

Yedinci dakikanın sonundayız. Şerif, lokomotifi incelemekte olan Link Jones’a biraz görece yüksek bir platformdan bakarken olağanüstü bir kare yakalıyor Mann. Ekranın sol tarafına şerifi kısmen yerleştiriyor, tam gövdesinin ortasını (bel-baldır-kalça). Tabii bu kareyi almasının sebebi şu, ekranda/perdede baskın bir şekilde şerifin belindeki silahı görüyoruz, ekranın sağ kısmında (az ilerideki) Link Jones var. Silah bariz bir şekilde Jones’a yönelen bir olası tehdidi ima ediyor. Çok daha sonra şerifin Jones’u tanıdığını, eski arama belgelerinden kim olduğunu tahmin ettiğini ve peşine düştüğünü öğreneceğiz. Ama şimdilik tek gördüğümüz şey, neredeyse ekran boyunda bir tabanca ve gayet şık giyinmiş bir beyefendi. Muhteşem bir kare.

blank

Link Jones’a emanet edilen para çalınmış, tren Link, Billie ve Sam’i soygun girişiminin yaşandığı yerde unutup gitmiş. Üçü birlikte geceyi geçirecekleri bir yer arıyorlar. Sam yaralı. Link’in onları içgüdüsel olarak hayatının karanlık bir bölümünün geçtiği bir çiftlik evine doğru götürdüğünü öğreniyoruz. Ama diğer ikisi gibi Link de aslında bazı gerçekleri gizleyen biri. Bence parayı kimin çaldığını az çok tahmin ettiği için bilinçli bir şekilde o eve gidiyor. Neyse…

Yirmi birinci dakikanın sonlarındayız. Üçlü çiftlik evini uzaktan gördüklerinde herhangi bir yaşam belirtisi yok, burası aşırı derecede önemli, birazdan açacağım. Kulübeyi görüyorlar, ne kış günü bacadan çıkan duman var ne de ışık. Ne bir insan var ne at arabası ne de at…

Yirmi dördüncü dakikadayız. Sinema tarihinin en iyi tasarlanmış kulübe sahnelerinden birini izlemek üzereyiz. Hava aydınlık. Eve doğru ihtiyatla yaklaşan Link diğer iki yoldaşını ahıra gönderip kendisi kulübeye doğru gidiyor ama bunu yapmadan hemen önce janti ceketini çıkarıp hanımefendiye veriyor çünkü kulübeye bir kovboy olarak gitmek istiyor, her ne kadar silahı çalınmış olsa da…

Mann kulübeye usulca yaklaşmakta olan Link’i takip çekimiyle izliyor, müziğin gergin tınısı olası tehdidi mimler bir nitelik kazanıyor. Link gergin, onu uzaktan izleyen Sam ve Billie de… Kulübenin önüne gelen Link pencereden içeriyi görmeye çalışıyor ama nafile, hiçbir canlılık belirtisi yok. Yirmi beşinci dakikadayız. Link kulübenin kapısının önünde duruyor. Ve kapıyı çalıyor.

Birdenbire dışarının aydınlığıyla korkunç bir kontrast oluşturan bir karanlığa çekiyor bizi Mann. Kulübenin içindeyiz. O karanlıkta ekranın sol tarafından silah tutan bir elin kapıya nişan almaya başladığını görüyoruz. İçeride biri var. Silahlı bir tehdit kaynağı. Ekranın sol tarafını bütünüyle kaplamaya başlıyor. Tekrar Link’e geçiyor kamera. Dışarısı aydınlık, hatta Link’in sırtına vuran güneş onun giderek büyüyen simsiyah gölgesini kulübenin kapısına nakşediyor. Karanlık geçmişiyle yüzleşmek üzere olan bir adamın Araf’taki görüntüsüyle karşı karşıya olduğumuzu çok sonra anlayacağız. Link’in korkunç suçlarla dolu geçmişi bir gölge şeklinde kapıda belirdi artık. Kapı tabii ki açık. Link Jones birazdan kapıyı açıp içeriye girecek ve bir daha asla eski Link Jones olmayacak. Daha güzel anlatılamazdı.

blank

Devam ediyoruz. Link kapıyı açar açmaz kendisine doğrultulan silahı fark edip irkiliyor. Bedeninin yarısı karanlıkta. İçeride bir değil, tam üç kişi (Trout, Ponch ve Coaley) olduğunu anlamamız uzun sürmüyor. İçeriye buyur edilen Link başının belada olduğunu anlıyor anlamasına ama artık çok geç…

Kesif bir karanlıkta belli belirsiz bir silüete sahip olan kişi Coaley. Duvarın dibinde Link’in ölüm emri vermek üzere… Bu üçlünün liderinin o olduğu aşikâr. Ortam karanlık. Link’in silahı olup olmadığını kontrol ediyorlar, ardından Ponch bir lamba yakıp ortalığı kısmen aydınlatıyor. Coaley’yi net bir şekilde görüyoruz. Buradaki tüm sahnelerde karanlığın Link’i çevrelediğini görüyoruz ve onun katledilmek üzere olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Kapıyı ardından kapatıyorlar, sürekli üzerine bir silah doğrultulmuş durumda ve çıkmak istediğinde aniden engelleniyor. Suçlular bir tarafta, Link diğer tarafta. Her yeni dakika yeni bir gerginlik doğuruyor. Link tabancasının Coaley’de olduğunu fark eder etmez soygunu onların gerçekleştirdiğini kesinleştiriyor. Parası onlarda. Kesin. Hemen ardından tarihin tozlu raflarından bir ses işitiyor Link, ölümün o soğuk ve tüyler ürpertici sesini: “Sabahı göremez. Sırtında kocaman bir kurşun deliği var.”

Yandaki odadaki karanlıktan aniden belli belirsiz bir silüet arzıendam eyliyor. Hızlı ve sert bir giriş bu. Gaddar çete lideri Dock Tobin’i ilk görüşümüz. Dock Tobin Link’i görünce nutku tutuluyor. Onun sesini işiten Link hemen arkasını dönüp Dock Tobin’le yüzleşiyor. Âdeta donakalıyor. Öz amcası Dock Tobin bu. Yeğenini tanıyan Dock, “Selam Link” diyor. Birdenbire üç çete elemanının önündeki Link amcası Dock Tobin’le karşı karşıya kalıyor. Herkesin yüzünde bir şaşkınlık. Dördünün de yüzünün sol tarafı karanlıkta kalıyor. Kulübe hâlâ yeterince aydınlatılmış değil. Dock köşedeki karanlık odadan usulca içeriye doğru hareket ediyor. Elini sıkması için yeğenine uzatıyor. Neler yaşanabileceğini bilen Link ona doğru bir adım atıp amcasının elini sıkıyor. Bu sahnelerin taşıdığı korkunç gerilimi ilk seferinde anlamanız güç, filmin gücü bir anlamda bu muğlaklıktan kaynaklanıyor.

Yeğeni Link’in çehresini net bir şekilde görmek isteyen Dock da uzanıp bir lamba yakıyor. Şimdi kulübenin içi hiç olmadığı kadar aydınlık. Mann görselliği anlatının uzantısı olarak inşa etmeye devam ediyor, tüm mizansenler kusursuz. Her yeni aydınlanma (iki gaz lambası) başka bir bilginin gün yüzüne çıkışını simgeliyor. İlki, tren soyguncularının kulübedekiler olduğunu ortaya sermişti, ikincisi Link’in kanlı geçmişini ortaya seriyor. Dock Tobin konuştukça ondan sonra odadaki en tehlikeli adamın Link Jones olduğunu anlıyoruz. Tüyler ürpertici bilgiler peş peşe geliyor. Öldürülen masum insanlar, kanla boyanan kasabalar, büyük vurgun yapılan soygunlar ve dahası…

Mann kulübedeki sahnenin mizansenini o kadar kusursuz tasarlamış ki ne kadar övsem az, ama deneyeceğim. Plan plan bakıldığında Mann önce Jones’u üç suçluyla karşı karşıya getiriyor. Sonra Link dahil dördünü Dock’ın karşısında konumlandırıyor, kimin lider olduğunun altını çiziyor. Dock, Link’le bağını ve geçmişini anlattıkça diğer üç suçlu geri plana atılıp Dock-Link karşıtlığı inşa ediliyor. Birçok planda sadece ikisini görüyoruz, bazen de yakın çekimde ikisini ayrı ayrı. Ne zaman ki Dock Link’e “Sen sağ kolumdun, seni ben eğittim. Seni yetiştirmek için çok uğraştım. Aklından geçen her fikir bana aitti.” diyor, bu cümle biter bitmez kulübenin içinde ilk defa beş suçluyu aynı karede görüyoruz. Muhteşem bir kompozisyon. Dock’ın kameraya/perdeye doğru yaptığı kısa yürüyüş beş karakteri aynı çerçeveye yerleştirirken, Link’in de aslında bu çetenin bir parçası olduğu görsel olarak işlemeye başlıyor Mann, ama küçük bir farkla… Ekranın solundaki üç suçlu ile ekranın sağ ön tarafındaki Dock Tobin kısmen karanlıktayken Link Jones tümüyle aydınlıkta resmediliyor. Dock Tobin heyecan içinde işledikleri suçları anlatırken diğer üç suçlunun onun heyecanına ortak olup gülümsemeye başladıklarını görüyoruz. Sahne birdenbire Link Jones’un erginlenme ayinine, çeteye/kabileye kabul törenine evriliyor.

blank

Sonra Dock kimin kral olduğunu tekrar hatırlatmak istercesine diğer üç suçluya hakaret edip (“Şu domuzlara bak!”), onları gücendiren şeyler söylemeye başlıyor. Sonra da onları içeride yatmakta olan yaralı arkadaşlarını öldürmeleri için sırayla kışkırtıyor. İkisi yanaşmıyor ama Coaley soğukkanlı bir şekilde gidip ölüm döşeğindeki zavallı adamı üç kurşunla vurup öldürüyor! Her kurşun sesinde ayrı birinin (sırasıyla Link, Trout ve Ponch) irkildiğini görüyoruz, hemen ardından dördüncü kesmede Dock Tobin’e geçiyor kamera. Dock kılını bile kıpırdatmıyor. Link’in elinin kolunun bağlı olduğunu (istese de elinden bir şey gelmeyeceğini) yine bir kamera trüğüyle aktarmayı seçiyor Mann. Ekran-dışı/perde-dışı (off-screen) bir cinayete göre hayli ürkütücü bir infaz izlemiş oluyoruz. Sonra yeterince şey yaşanmamış gibi sinemada psikolojik şiddetin dibini gören sahneler peş peşe geliyor ama bunlar başka bir yazının konusu…

Şimdi gelelim Truffaut ve Godard’ın bu film için sarf ettikleri cümlelerle ne kastettiklerine…

Anthony Mann’ın Man of the West’teki en büyük başarılarından biri, doğayı/tabiatı kullanma şekli. Mann, iyi insanları yeşillik ve ağaçla, kötü adamları ise kıraç topraklar ve kayalıklarla özdeşleştirme yoluna gidiyor. Link Jones’un kendi karanlığına doğru çıktığı içsel yolculuk son derece bilinçli bir şekilde topografyayla eşyönlü bir hareket sergiliyor (ara sıra John Ford ve John Huston filmlerinde de rastladığımız bir yöntem). Muhtemelen ilk kez seyrettiğinizde bunu fark etmeniz çok güç ama keşfettiğiniz an filmin kıymeti katlanarak artıyor. Filmin renk paleti, karakterlerin giyim kuşamı, ana karakterlerin fizyolojik ve psikolojik sağlık durumları spiral şeklinde kıvrılarak kendi karanlığına doğru kapanmaya başlayan hikâyeyle paralel gidiyor.

Filmin yazıları akarken Link Jones’u ilk kez gördüğümüzde onu coğrafyayla bir düşünmemiz gerektiğini dikte ediyor Mann. Cıvıl cıvıl rengarenk bir kasabada başlayıp bir çiftlik evinde devam eden, sadece iki kişinin yaşadığı terk edilmiş bir madenci kasabasına uğrayıp dağ başında biten kanlı bir yolculuk izliyoruz. Kavga ve çatışma anlarında uzaktaki kayalıklarla aynı karede gösterilen karakterlere dikkatlice bakınız. Film ilerledikçe beş soyguncu (Dock Tobin ve çetesi) ve üç kasabalıdan (Link, Sam, Billie) oluşan kadro birer birer ölmeye başlıyor. Hem de hiç tahmin etmediğiniz şekillerde… Çevre giderek ıssızlaşıyor, âdeta çölleşiyor. Link kuzenlerini (amca oğulları), kuzenlerinin arkadaşlarını ve öz amcasını öldürerek karanlık geçmişini temizlemeye çalışıyor ama bunu yaparken -kaçınılmaz şekilde- bir daha asla öyle olmak istemediği kişiye dönüşüyor. Coaley’yi kışkırttığı sahnede onun geçmişten enstantaneler sunduğunu görüyoruz, kalbinin/zihninin derinliklerine gömdüğü o kana susamış, o vahşi genç tekrar ortaya çıkıyor. Ve o ortaya çıktığında cesetler üst üste yığılıyor, aynı zamanda topografi canlılığını yitirip kuraklaşıyor. Ölümü hatırlatan soluk bir coğrafya hâkim oluyor perdeye. Çürüme sinematografik açıdan bundan daha iyi anlatılamazdı.

Lassoo çoktan Link’in ve amcası Dock Tobin’in zihinlerinin bir yansımasına dönüşmüş. Yıkık dökük, terk edilmiş bir kasaba. Son düello ise kayalıklarda gerçekleşiyor. Tabii buna düello demeye bin şahit. “Artık kimsem kalmadı” diyen Dock Tobin ölümünün yeğeninin elinden olmasını istiyor gibi. Burada inanılmaz bir sürpriz bilgi (trivia) vereyim: Filmin uyarlandığı romanda giderek körleşen (görme yetisini yitirmekte olan) Dock Tobin finaldeki nihai karşılaşmada yeğenine vasiyetini söyleyip, ardından intihar eder!

Anthony Mann’ın başyapıtlarından biri kabul edilen Man of the West (Batılı Adam / Batıdan Gelen Adam, 1958) görüntü çalışmasının gücü, sahne/prodüksiyon tasarımının inceliği ve kompozisyonlarının eşsizliği bakımından sinema tarihinin en iyi ve en yaratıcı westernlerinden biridir. Filmi unutulmaz kılan sahnelerden ikisine (hatta en meşhurlarına) hiç değinmeden bu yazıyı bitiriyorum ki izlerken o tedirginlik hissini iliklerinize kadar hissedin. İyi seyirler…

blank

Kaynaklar

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Robotların Geldiği Yer: Automata (2014)

Post Apokaliptik bir ortamda geçen ve Asimov’un yarattığının dışında bir
blank

Tucker and Dale vs Evil (2010)

Tucker and Dale vs Evil, zaman zaman bilindik numaralara başvursa