Kuşadası, Şirince ve Ankara: Yedi Uyuyanlar (1988)

10 Temmuz 2018

blankYazın kavurucu sıcağı iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamışken, tatile gidemeyenin tatili ayağına getiren; amiyane tabirle izleyenin içini ferahlatan ve adeta zihinleri rahatlatan yazlık filmler bu dönemde hep gündeme gelir. Nitekim sinema kimi zaman, insanı tam da olmak istediği yere ışınlayan, dünyevi dertlerden uzaklaştıran bir sanat dalı değil mi zaten? Gelgelim ki, izleyicisini 80’lerin Kuşadası’na götüren, bununla da yetinmeyerek daha bakirliğini koruyan Şirince’ye de uğramayı es geçmeyen Yedi Uyuyanlar, ekran başına geçenleri rahatlatmak yerine Temmuz sıcağının ortasında iyiden iyiye ecel terleri dökmesine vesile oluyor. Özal ile atılan liberalleşme adımlarına, ülkenin makûs kaderi olan yolsuzluğu da ekleyen ve lafını bir an olsun esirgemeyen film, özellikle vurucu senaryosu ile dikkat çekiyor. Başrollerini Kadir İnanır ile bir dönemin vamp kadınlarından Şahika Tekand’ın paylaştığı filmin senaryosunu Macit Koper kaleme alırken, yönetmen koltuğunda ise Zafer Par oturuyor.

Filmin konusuna değinecek olursak, bir banka müfettişi olan Çetin’in yolu Kuşadası’na düşer. Burada arkadaşının tavsiyesiyle gittiği Lale’nin otelinde konaklamaya başlayan bu işine sadık adamın macerası da tam burada başlar. En başta sakin geçeceği varsayılan ve Lale ile yakınlaşması henüz ilk dakikalarda tahmin edilen Çetin’in serüveni, bankadaki yolsuzlukların birer ikişer ortaya çıkmasıyla bambaşka bir boyuta taşınır. Bu dakikadan itibaren bir görünmez el gibi sürekli ortalarda dolaşan dolandırıcılığa karşı tek başına savaş vermek zorunda kalan Çetin, deyim yerindeyse tüm dünyayı karşısına alır.

Yedi Uyuyanlar’ı esasen üç ana katmana ayırmakta yarar var. Türkiye’nin hiç mi hiç değişmeyen gerçekleri, nerede ne zaman karşımıza çıkacağı hep bir muamma olan aşk ve herkesin bir miktar içinde barındırdığı varoluş sancısı; bir başka deyişle hayatın ta kendisi. Aslına bakılırsa, harmanlaması pek de kolay olmayan hatta ustalık isteyen bu üç ana katmanı, filmin sırıtmadan ve yerinde vurgularla izleyiciye aktarabildiğini söylemek mümkün. Tabii bu noktada senaryonun gereksiz ayrıntıları kapı dışarı eden yapısına ve her katmanın tek bir amaca hizmet ettiği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. Evet, hikâye izleyicisini Çetin vesilesiyle maceradan maceraya sürüklüyor olabilir. Ancak Yedi Uyuyanlar için söylenmesi elzem olan söz, Türkiye’nin yolsuzluk ile olan mücadelesinin belli bir döneme değil her döneme ait olduğunu ve bu ucuz zihniyetin ne yazık ki baki kalacağını açık bir şekilde gösteriyor oluşudur.

blank

Çetin’in Kuşadası’na denetlemeye gittiği banka yöneticileri, en başta kendi kuyruğunu kurtarmaya çalışan, artık alışılagelmiş bir şekilde her iş yerinde karşımıza çıkan işgüzar yöneticilerden bazılarıymışçasına belirir. Neticede gelen bir müfettiştir ve unvanı dahi onları korkutmaya yeter. Çünkü işlerini doğru yapmadıklarını kendileri de pekâlâ bilir. Ancak hikâye ilerledikçe anlarız ki, onlar da basit birer piyondan fazlası değildir. O görünmez elin kuklası olmaktan öteye gidemeyen, tek derdi “Nasıl kolay yoldan cebimi doldururum” olan takım elbiseli dolandırıcılardır. Nitekim Çetin’in de bunu fark etmesi çok üzün sürmez ve o da büyük balığın peşine düşmek ister. Tabii bu beklediğinden daha zor olur.

Her ne kadar Çetin, Kuşadası’na bankayı denetlemeye gelse de neticede o da bir insandır ve görevinden önce kendi hayatını yaşamakla meşguldür. Tam da bu süre zarfı içerisinde âşık olur; kendisi gibi dişli ve tek başına hayata göğüs geren bir kadına. Yetmez, önüne devamlı olarak bilmeceler getiren bir meczupla yolu kesişir. O, bir yandan hayatındaki eksikleri doldurmaya çabalarken öbür yandan da görev aşkını her şeyin üstünde tutmaya çalışır. Ancak bu ne yazık ki böylesine kolay gerçekleşmez ve Çetin’i bir anda kendi içindeki bir çatışmada bulmak mümkün hale gelir. Evet, filmin ele aldığı konu için onlarca methiye düzebiliriz; ancak asıl övgüyü, hikâyenin vurucu bir şekilde resmettiği kaotik sürecin hak ettiğini söylemek de yanlış olmayacaktır.

blankFilmin en büyük artılarından biri de, bir an olsun Çetin’in içinde bulunduğu karmaşık ruh haliyle izleyiciyi boğmamasında yatıyor. Aksine bu çatışma halini işlevsel kullanması, işine canla başla bağlı bu adamın mücadelesini daha güçlü kılıyor. Evet, en başta da söylediğim gibi, Yedi Uyuyanlar muadillerinin aksine sıcağı bir tatil aracı olarak kullanmıyor; bunun yerine izleyicisinin sıcaktan bunalmasını, yaşananlar karşısında soğuk terler akıtmasını ve en nihayetinde Çetin’in mücadelesinde taraf olmasını diliyor. Peki, tek başına Çetin ne yapabilir ki? İşin ucu devlete kadar dayanırken, “Benim memurum işini bilir” diyen söylemler revaçtayken, namuslu olmak kimin hanesine artı puan katar ki! İşte, filmi özel yapan ve günümüzde dahi konuşulmaya değer kılan yegâne husus burada saklı. Macit Koper’in tüm ustalığı ile kaleme aldığı senaryo, yolsuzluğu meşrulaştıran ve daha zengin olmak adına halkı soyup soğana çeviren, iş adamı kisvesi adı altındaki işgüzarları öylesine resmediyor ki, bu her dönemin hikâyesi karşısında büyülenmemek de kaçınılmaz bir süreç halini alıyor.

Yedi Uyuyanlar için yapılabilecek en önemli tespitlerden biri de tam anlamıyla bir senaryo filmi oluşu. Boşa atılan tek bir kurşunu dahi olmayan, izleyicisini dürüst bir adamın savaşının tam ortasına bırakan hikâye, biçimsel olarak eksikleri olsa da, vurucu anlatısıyla bunu kapatmayı başarıyor ve ekran başına geçenlere doyumsuz bir seyirlik armağan etmeyi başarıyor. Kuşadası’ndan Şirince’ye hatta Ankara’ya kadar uzanan, rantın ve rant düşkünlerinin insanlığın en büyük düşmanı olduğunu kademe kademe izleyicisine aktaran film, sakin girişine rağmen finale doğru vites yükseltiyor ve lafı gediğine oturtarak Ankara’nın tam kucağına bırakıyor. Bu da filmi cesur olarak addetmemizin önünü açıyor.

Dürüst bir banka müfettişinin, en başta kendisiyle daha sonrasında ise yolsuzlukla ve yolsuzluğa göz yumanlarla mücadelesini anlatan Yedi Uyuyanlar, tam da Temmuz sıcağında izlenecek ve izlenirken de soğuk terler dökülmesine vesile olacak bir film. Kuşadası ve Şirince’nin 80’lerdeki sakin görüntüsünü izleyicisine sunan ancak bunun aksine fazlasıyla kaotik bir dünyayı gözler önüne seren film, sinemamızın da dikkate değer politik eleştirilerinden biri olarak hala ziyadesiyle konuşulmayı hak ediyor.

Öteki Sinema için yazan: Polat Öziş

blank

Polat Öziş

1992 İzmit doğumlu… Küçük yaşlarda tanıştığı Yeşilçam filmleri sayesinde sinema en büyük tutkusu oldu. Sonrasında ilginç bir şekilde Muğla’ya İktisat okumaya gitse de tutkusundan vazgeçemedi ve sinemayla ilgili çalışmalar ortaya koymaya başladı. İzledi, düşündü, çekti. Sonunda ise filmler hakkında yazmaya başladı. Film Arası Dergisi, Film Hafızası ve Öteki Sinema’da çok sevdiği filmler hakkında yazmaya devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

Strange Days (1995)

Popüler sinemada asla çözemediğim bulmacalardan biri Kathryn Bigelow’un yönettiği Strange
blank

The Little Girl Who Lives Down the Lane (1976)

The Little Girl Who Lives Down the Lane, Türkçe adıyla